Translate

Ulusalcılar kimlerdir ve “Yetmez ama evet”çilere karşı nasıl mücadele ederler?


Şenol KARAKAŞ - 27 OCAK 2019

Çok şeyler söylendi “Yetmez ama evet”çilere dair. Bir çok “Yetmez ama evet”çi gibi ben de bu saldırılara artık daha fazla yanıt vermemek gerektiğini düşünüyorum. Ama özellikle geçtiğimiz aylarda Murat Belge hakkında üretilen spekülayonlar1 ve ardından Sezai Temelli’nin HDP Eş Genel Başkanı olmasının ardından2 “Yetmez ama evetçi”leri linç etme girişimi yeniden başladı.

Türkiye’de karşısında hemen bütün siyasi güçlerin birleştiği ve bu birliğini en uzun süreyle korumayı başardığı politik hasımdır “Yetmez ama evet” kampanyası. Polis, genelkurmay, basın, AKP’den Haziran hareketine, ÖDP’den Odatv’ye, Doğu Perinçek’in hareketinden sendika yöneticilerine, dizi film oyuncularından her türden CHP temsilcisine, 12 Eylül 2010 referandumunda boykot tutumu alanından “Hayır” tutumu benimseyenine, 15 Temmuz darbe girişiminin ardından oluşan iklimde ortaya ve öne çıkan internet sitesi yazarı parlak hukukçulardan3, MHP’lilere ve İyi Partililere, arkadaşlarıyla arası bozulandan trafikte yaşanan sıkışıklıktan rahatsız olanına kadar memleketin bütün suçlu arayanları, linç edilmesi gereken suçlu olarak “Yetmez ama evet”i işaret etmekte birleşmeyi başardı. Bu listeye teorik konularda yetersizliklerini açık saldırganlıkla birleştiren ulusalcı “Yetmez ama evet” düşmanı sosyalistlere, teorik cephane sağlama görevini üstlenen bazı troçkistleri de ekleyince, cephenin ‘birlik içinde çeşitliliği’nin ilgi çekici bir zenginlik taşıdığı daha iyi görülebiliyor.

Konu çok zengin bir alanda tartışmayı zorunlu kılıyor. Tartışmanın bir dizi başlığa yayılması kaçınılmaz. Ama “Yetmez ama evet” kampanyasına yönelik saldırılar yine de beli başlı kategoriler içine girebiliyor. Sıralarsak, “Yetmez ama evet” düşmanlarının argümanlarını şu kategorilerde toparlamak mümkün:

Bunun böyle olacağı belliydi, öngörüsüz çıktınız diyen iyi niyetli4 Bu eğilimdekiler, kendilerinin müthiş bir öngörüye sahip olduğunu ve 2010 referandumundan sonra yaşanan gelişmeleri anbean tahmin ettiklerini de iddia etmektedirler.5
2010 anayasa referandumunda gündeme getirilen maddeler olumlu olsa da “Yetmez ama evet”çilerin, mücadele eden güçlerin güç dengelerini kavramamış olması ve gerileyen askeri vesayetçi eğilime karşı yükselmekte olan “AKP vesayetinden” yana tutum alması. 6
AKP’nin kendisinden önceki olumsuzluklardan, siyasal baskı koşullarından hesap sormasının mümkün görülmemesi ve “Yetmez ama evet” kampanyasını yapanların AKP hakkında illüzyonlara sahip olmaları. Bir başka deyişle AKP’den reform beklentisi içinde olma suçunun işlenmiş olması suçlaması.
15 Temmuz darbesinin hemen ardından dile getirilen ama sonran unutulup bir kenara atılan, 2010 referandumunun 15 Temmuz darbe girişiminin taşlarını döşediği iddiası.
AKP-Cemaat ittifakının yargıyı ele geçirme hamlesine aranan entelektüel desteğin “Yetmez ama evet” tarafından verildiği görüşü.7 Bu iddia, ‘ağza çalınan bir parmak bal’ ünlü teorisiyle güçlendiriliyor. “Yetmez ama evet”çi düşmanı ulusalcı sosyalistlerin en düzeyli teorik açılımlarından birisidir bu.
Kuşkusuz, “Yetmez ama evet” diyenleri aynı torbaya koyup değerlendirenler olduğu gibi, bu kampanyaya katılan grupların kendi arasında birbirinden farklı sayısız eğilime sahip olduğunu görerek tartışanlar da var. Ama bu durum, şu gerçeği değiştirmiyor: “Yetmez ama evet” avcılarının her biri, bizimle, bu kampanyaya katılmış bir aktivistle, 2010 referandumunda “Evet” demiş herhangi bir insanla tartışırken, aynı ruh haline sahip olmaktan kendisini kurtaramıyor. Örneğin, Odatv adlı internet sitesi, 2010 referandumunda “Yetmez ama evet” diyen fakat 2017 Nisan referandumunda “Hayır” diyeceğini açıklayan Mustafa Alabora’nın hafızasını yitirmiş olduğunu iddia edebiliyor:

“Mustafa Alabora’nın o dönem AKP-Cemaat ortaklığı politikalarına verdiği destek, dostlarıyla arasını açmış, Tarık Akan ve Rutkay Aziz gibi Cumhuriyetçi sanatçılar Alabora ile görüşmeyi kesmişti. Kısacası Alabora 36 sene önceyi hatırlattı ama daha dün söylediklerini, savunduklarını unuttu!”8

Odatv’nin Mustafa Alabora linçiyle solcu Temel Demirer’in Doğan Tarkan linçinde ortak bir ruh hali göze çarpıyor:

“‘Yetmez ama evet’çiler gibi küçük ama çok etkili demokrat/sol grupların desteği olmadan etrafınız boşalıverir. Kurda kuşa yem olursunuz,” deyişindeki trajikomedi ile; referandum sürecinde AKP’yi destekleyerek pakete “Evet” oyu verme çağrısı yapan, Başbakan Erdoğan’ın da referandum sonrası teşekkür ettiği Devrimci Sosyalist İşçi Partisi (DSİP) Başkanı Doğan Tarkan’ın Gülen cemaatinin yayın organı ‘Zaman’ gazetesine verdiği röportajda sola saldırarak, AKP’nin manipülasyon aracı olması yani Erdoğan’ın “kıymetlisi” olarak, “Sol koyun gibi” benzetmeleri yapması terbiyesizliğidir!9

Buraya kadar, ‘kepazeler”, ‘terbiyesizlik’ gibi teorik suçlamaları gösterebildik. Ama bunlar daha iyi bölümler. Türkiye’de hiçbir kampanya, devletin derinlerinden gelen öfkeli sesle ulusalcı ya da sekter sosyalistlerin seslerinin karşısında bu keskinlikte ve aynılıkta bir tonla çınladığına tanık olmamıştır. Örneğin, bugün liderleri 15 Temmuz darbesiyle alakalı olarak tutuklu bulunan Türk Solu dergisi çevresinden bir yazarın öfkesi:

““Yetmez ama evet”çilerin toplum içinde %0,5’lik bir gücü bile yoktu. Ancak yarattıkları hava referandumdan önce çok zehirleyici olmuştu.

Bu tür gruplar oy için değil psikolojik savaş için kullanılır. 12 Eylül ile hesaplaşan bir Tayyip Erdoğan imgesi yaratılmak istenmişti. Direniş safları ise bizzat bazı kiralık eski solcular tarafından faşistlikle suçlanmış oldu.

Tayyip, referandumdan sonra zafer konuşmasında çeşitli fraksiyonların ismini de karıştırarak “devrimci sol”a “okyanus ötesi” ile birlikte teşekkür etmişti.

Bugün ise “yetmez ama evet” sloganı döneklik, aptallık ve gaflet ile eş anlamlı hâle geldi.”10

“Yetmez ama evet” kampanyasına karşı Murat Sevinç’le Mehmet Tezkan’ı, Türk Solu çevresiyle Temel Demirer’i, Doğu Perinçek’le Ahmet Hakan’ı, dönemin TKP’sinden Kemal Okuyan’la11 Kenan Evren’i, Sırrı Süreyya Önder’le Emre Kongar’ı12, Ayşe Yıldırım’ı 13

aynı kızgınlıkta, aynı saldırganlıkta, aynı dalgacılık ve dizginlenemez hakaret etme güdüsünde buluşturan neydi ve nedir? Bu soruya yanıtı yine Türk Solu dergisinden aynı yazar versin:

“Tayyip’e karşı çıkan solcu ve ulusalcı çevreler de ise ‘yetmez ama evet’ sloganı karşı taraf üstünde moral üstünlük kurmak için bir vesileye dönüştü. ‘Hâlâ mı yetmedi, hâlâ mı evet’ sorusu ister Kürtçü ister liberal amaçlı olsun bütün Tayyipseverleri susturmanın en kestirme yolu oldu.”14

Benzer bir şekilde “Yetmez ama evet” aktivisti sosyalist, demokrat çevrelere öncelikle entelektüel bir şiddet uygulanması gerektiğini söyleyen ve gerekirse fiziksel şiddet kullanılabileceğini söyleyen dahiyane sol analizler de yapıldı. Klişe olacak, ama ortalıkta büyük bir yalan vardı ve bilcümle “Halkın dostu” ulusalcı sosyalist, bilindik yöntemle şu taktiği hayata geçirdiler: “Yeterince büyük bir yalan söylerseniz ve bu yalanı sürekli tekrar ederseniz, insanlar sonunda buna inanmaya başlayacaktır.” Burada garip olan, yalanı üretenlerin halkı ikna etmek için sürekli tekrar ettikleri yalana kendilerinin de sarsılmaz bir şekilde inanmaya başlamasıdır. Kendi söylediğin yalana inanmak, sabah deprem olacak diye uydurup, akşam haberlerinde “deprem olacakmış” anonsunu izleyip şaşırmak gibi örnekleri biliyoruz ama 2010 referandumu konusunda bir tutum olan “Yetmez ama evet” kampanyası hakkında üretilen yalanlar, bu kadar masum değil. Karşımızda bir fabrika var, yalan fabrikası ve bu fabrikanın merkezi, hiç unutmadan, düzenli aralıklarla “Yetmez ama evet” kampanyasına saldırıyor. Dünyada çeşitli şenlik günleri vardır; Türkiye’de ise düzenli aralıklarla “Yetmez ama evet”çi linç şenlikleri yapılır. Bunu planlayan, zamanını tayin eden fabrika merkezi insanın aklına bu yalanın çok da masum olmadığını getiriyor. Bu yalan ve bu yalana eşlik eden öfkenin, gerçekte birbirlerine karşı da öfkeli olması gereken bu kadar farklı siyasi figür, grup, parti ve odağı aynı potada eritebilmesi, hezeyanın cezbediciliğiyle açıklanamaz sadece.

2010’dan öncesi
Murat Sevinç adı geçen makalesinde “hammaddelerinin kütük” olduğunu düşündüğü “Yetmez ama evet” eleştirmenlerini de eleştiriyor ve geçmişin günahları arasında 2010 referandumundan daha büyük bir günah buluyor:

“Bir anayasacı olarak iddia ediyorum, 367 saçmalığı ve AKP hakkında açılan kapatma davasındaki iddianame rezaleti, Türkiye’ye 2010 değişikliklerinden çok daha büyük zarar vermiştir.”15

Burada gerçekte ulusalcılar eleştirilirken, 2010 referandumunda alınan tutum da eleştiriliyor, aslında,

eleştirilen ‘kütükler’, eleştirilmeden olmaz “Yetmez ama evet”çilerle mukayese edilerek, bu kampanyayla mukayese edilerek masaya yatılıyor. “Yetmez ama evet” günahların mihenk taşı ve diğer günahlar bu mihenk taşına göre derecelendirilebiliyor. Yine de Sevinç haklı bir noktaya değiniyor fakat eksiklik var. 2010 öncesi Türkiye’nin siyasal koşulları ve AKP’nin kuruluş ve yükseliş koşulları bütünüyle anlaşılmadan, ne 2010 referandumunda “Yetmez ama evet” kampanyasının tek devrimci politik hat olduğu, ne de 2010 sonrasında yaşanan sert devlet içi çatışma tam anlaşılabilir.

AltÜst dergisinin Nisan 2012 tarihli sayısında AKP’nin karakterine dair şunları yazmıştım:

“AKP bir burjuva partisidir. Bu, AKP ile ilgili hem çok şey açıklayan hem de hiçbir şey açıklamayan bir tespit. Bir yandan çok şey açıklıyor: AKP liderliğinin nobranlığını, İdris Naim Şahin’i, 2023 projesi süslemesiyle anlatılan büyük sermayenin hedefleri doğrultusunda adım adım ilerleyişin acısını işçi sınıfından çıkartışını, KCK tutuklamalarını, her biri bir diğerinden iddialı açılımların kofluğunu, askerî harcamalarda dünyanın on beşincisi olmasını, ‘Affedersiniz Rum’ özlü nefret söylemini, umarsız kentsel dönüşüm hırsına eklenmiş benzersiz bir inşaat patlaması faciasını, nükleer santral kurma hırsını, KESK’e yönelik özel gıcığını, hemen tüm akarsuların tepesine hidroelektrik santral kurma tutkusunu… Liste daha da uzatılabilir. İşsizlik eklenebilir, gelir adaletsizliği eklenebilir, yine sermayenin ihtiyaçlarına cevap veren bizzat Başbakan’ın dillendirdiği ‘üç çocuk’ perspektifi eklenebilir.”16

Bir burjuva partisi olmasına rağmen, diğer bir deyişle, büyük sermayenin ekonomik ve politik programını uygulamasına rağmen toplumun yoksul çoğunluğundan destek almasını anlamak için, 2010’lara kadar Türkiye’nin ekonomik ve siyasal koşullarını kavramak elzemdir. Her şey güllük gülistanlıkken bir ABD projesi (ılımlı İslam hamlesi) olarak sahneye sürülen AKP anlatısının hiçbir gerçekliği yok. AKP 12 Eylül 1980 darbesinin ardından gelişen koşulların bir ürünü. Bu koşullara solun yanıt verememesinin bir sonucu.

1980’li yılların darbe iklimi, işçi sınıfının mücadelesiyle yavaş yavaş aşılmaya başlandı. 1980’ler Bahar Eylemleri’yle son buldu, işçi sınıfı bu eylemlerle silkelendi ve darbenin kalıntılarını ve bu kalıntıları kalıcı kılmaya, ortak olmaya çalışan sendika bürokratlarını sarstı. 1990’lar ise Türkiye ekonomisinin kaynak krizine bağlı olarak egemen sınıfın saldırı tahtasına dönen, hem ekonomik standartlarını hem de özlük haklarını kaybetmeye başlayan kamu çalışanlarının mücadelesiyle başladı. KESK 2000’li yılların başına kadar örgütlü işçi sınıfının mücadelesinin en ileri platformuydu. İşçi hareketinin en diri, en mücadeleci, en canlı, en çok tartışan kesimleri KESK içinde örgütlenen kamu çalışanlarıydı.

Devlet, kamu çalışanlarının ücretlerini daha da düşük tutmak için kamu çalışanlarının örgütlenme haklarına, grev yapmalarına karşı şiddetle saldırıyordu. Buna kamu çalışanlarının yanıtı gerçekten destansı oldu: Hep birlikte bir sendikal konfederasyonun sokaklarda mücadele içinde yaratılmasına katıldık. Devlet KESK’e bağlı sendikaları defalarca yasa dışı ilan etti, defalarca sendika kapıları mühürlendi ama kamu çalışanları defalarca bu mühürleri söktü, attı.17

Kaynak krizi, bütün hükümetlerin IMF’yle bir bağımlılık ilişkisine girmesine neden oldu ve IMF’nin ekonomisine doğrudan bulaştığı her ülkede olduğu gibi bu bağımlılık emekçi sınıflar açısından korkunç bir yoksulluk anlamına geldi. IMF’yle uzun süreli ilişkiyi 1980 Haziran’ında Süleyman Demirel başlatmıştı. Fakat IMF’yle Stand-by anlaşmalarını imzalayan Tansu Çiller oldu. 5 Nisan kararları adını alan ekonomik saldırı paketi tıpkı 24 Ocak kararları gibi muazzam bir zam yağmuru, özelleştirmeler, Kamu İktisadi Teşebbüsleri’nin özelleştirilmesi ve ağır vergileri içeriyordu. 5 Nisan kararlarıyla Türk Lirası yüzde 39 oranında devalüasyona uğradı. 1994 yılında yarım milyon kişi işsiz kaldı.

Öte yandan Kürt sorununun derinleşmesine paralel olarak savaş politikalarının derinleşmesi, siyasal istikrarsızlığın tırmanması, koalisyon hükümetlerinin uyumsuzluğu, Uğur Mumcu cinayeti gibi hamlelerle siyasal cinayet ve suikastların yeniden başlaması, krize ve özelleştirme gibi uygulamalara tepki olarak patlayan işçi eylemleri milyonlarca insanı alternatif arayışlarına yöneltti. 5 Nisan kararlarının imzacılarından birisi Tansu Çiller’in koalisyon ortağı ‘sosyal demokrat’ Murat Karayalçın’dı.

5 Nisan kararlarıyla daha da derinleşen krizin yılı olan 1994 aynı zamanda yerel seçimlerin de yılıydı ve Refah Partisi seçimlerde 19 milyondan fazla oy alarak ikinci parti oldu. Şok edici etki yaratan ise RP’nin Ankara ve İstanbul belediyelerini kazanmasıydı. İngiliz devrimci Marksist Chris Harman 1980’lerden sonra sadece Türkiye’de değil Ortadoğu’da bir bütün olarak ve İran’da şahın devrilmesi hareketinin de tetiklemesiyle gelişen siyasal İslamcı geleneğin hangi küresel iklimde güçlendiğini şöyle anlatıyor:

“Dünya ekonomisinin son 20 yıldır artan krizi, tüm bu koşulları daha da ağırlaştırdı. Modern sanayi kuruluşları ulusal ekonomiyi etkin olarak faaliyet göstermek açısından küçük, dünya ekonomisini ise devlet koruması olmaksızın ayakta durmaları mümkün olmayacak kadar rekabetçi buldular. Geleneksel sanayiler genel olarak devlet desteği olmadan modernleşemediler ve durmadan çoğalan kent nüfusuna iş olanakları sunmakta yetersiz kalan modern sanayinin açtığı boşluğu kapatamadılar. Fakat bir kaç sektör uluslararası sermaye ile kendi bağlarını oluşturmayı başardı ve devletin ekonomi üzerindeki egemenliğine artan biçimde karşı çıkmaya başladı. Kent zenginleri elde edebildikleri lüks malları hızla tüketmeye başladılar, bu da vasıfsız işçiler ve işsizler arasında giderek büyüyen bir hoşnutsuzluk yarattı.” 18

Benzer bir hoşnutsuzluk Türkiye’de de gelişiyordu ve ne Murat Karayalçın’ın temsil ettiği parti ne de radikal sol gelişen bu hoşnutsuzluğa yanıt verebilecek durumdaydı. Askeri darbenin fiziksel zorbalığı ve Doğu Bloku’nun çöküşünün yarattığı ideolojik mağlubiyet hissi, sol değerlerin etkin olduğu bir değişimin mümkün olmadığı fikriyle el ele gitti.

1995 yılında yapılan genel seçimlerde, iki büyükşehir belediyesini alarak psikolojik bir eşiği atlayan Refah Partisi, birinci parti oldu ve 158 milletvekili çıkardı. İşte, ne olduysa bundan sonra oldu! Türkiye’de son 22 yıldır, siyaset sahnesinde belirleyici olan bölünmelerden birisi gündeme tüm ağırlığıyla oturdu. İşçi sınıfıyla egemen sınıf arasındaki bölünme, Kürt sorunu etrafında yaşanan bölünme ve laik-dindar bölünmesi. Bu üç bölünme ya da moda tabirle üç fay hattı, zaman zaman iç içe geçerek, birbirini etkileyerek, zaman zaman birisi diğerlerini gölgede bırakarak dünyadaki ekonomik ve siyasal gelişmelere bağlı olarak şekillenen Türkiye’nin sınıf mücadelesinde toplumsal güçlerin konumlanmasını ve ittifaklarını belirliyor.

Refah Partisi’nin iktidara gelmesiyle, 12 Eylül darbesinden sonra siyasal alanda görünür olmamaya çalışan ordu, yavaş yavaş sahnenin önünde belirmeye başladı. RP’nin büyük ortağı olduğu koalisyon hükümetinin her adımı, 1994 seçimleriyle travma yaşayan laik kesimlerin 1995 seçimleriyle artan öfkesinde kendisine toplumsal bir destek bulan darbeci kuvvetlerin laik-dindar bölünmesi üzerinde tepinmesiyle “şeriatı getiren adımlar” olarak hedef tahtasına oturtuldu.

1990’lar Türkiye’sinin, topluma, yargısal alanda, siyasal alanda, ekonominin yönetiminde, Kürt sorununa yaklaşımda, sendikal mücadele düzeyinde, düşünce, ifade, gösteri ve örgütlenme özgürlüğü alanlarında nasıl bir cehennem azabı yaşattığını anlamak için 28 Şubat darbesini hatırlamak yeterli.

28 Şubat: “Demokrasiye balans ayarı!”
24 Ocak 1997’de Refah Partisi’nin düzenlediği Kayseri toplantısı sırasında parti üyeleri tek tip elbise giydiler diye Cumhuriyet Başsavcılığı suç duyurusunda bulundu. Bu suç duyurusu, Refah Partisi’ne karşı devlet yaptırımlarının arka arkaya gelmesinin işaretini verdi. 31 Ocak 1997’de RP üyesi Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız’ın sorumluluğunda düzenlenen Kudüs Gecesi’nde İran Ankara Büyükelçisi’nin konuşma yapması, aynı yıl Şubat ayında Erbakan’ın üniversitelerde başörtüsünü serbest bırakan kararnameyi imzaya açması gibi adımlar darbeci odakların tüylerini diken diken etmeye yetti. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı ve Devlet Güvenlik Mahkemeleri Sincan Belediye Başkanı hakkında dava açtı. 4 Şubat’ta ise 15 tank Sincan’ın merkez caddelerinden geçerek tatbikat alanına gitti. 13 Nisan 2018’de darbe suçlamasıyla yargılandığı mahkemede Sincan’dan tankların geçirilmesinin abartıldığını söyleyen Çevik Bir, 21 Şubat’ta “Biz demokrasiye balans ayarı yaptık” diyordu.

28 Şubat 1997’de gerçekleşen MGK toplantısı yaklaşık 9 saat sürmüştü ve toplantı sonrası yapılan açıklama, hükümete karşı tam bir darbe bildirisiydi. MGK bildirisinde 4 temel madde vardı ve özetle şunları söylüyordu: Ordu laikliğin güvencesidir, hükümet ise anti-Atatürkçülüğün karşıtı olan uygulamaların odağı haline gelmiştir, MGK laik, sosyal ve demokratik düzenin bozulmasına göz yumulmayacağını Bakanlar Kurulu’na bildirmeye karar vermiştir!

28 Şubat’tan üç hafta sonra Anayasa Mahkemesi’nin kuruluş yıldönümünde konuşan Cumhurbaşkanı Demirel, “Kimse laik Cumhuriyet’e alternatif aramaya kalkışmasın” diyerek hükümete yönelik darbe girişiminin aktif bir parçası olduğunu göstermiştir.

Bundan sonra Erbakan’ın darbeye kısa süren direnişinin hemen ardından Refah Partisi’nin hükümetten çekilmesi, parti hakkında kapatma davasının açılması, hükümetin düşürülmesi, hükümet kurma görevinin TBMM’de çoğunluğu olan DYP lideri Çiller’e değil ANAP lideri Mesut Yılmaz’a verilmesi, başörtüsü takan on binlerce kadının üniversitelerden tasfiye edilmesi gibi bir dizi gelişme yaşandı. Şeriatçı olduğu iddiasıyla onlarca dernek kapatıldı, birçok insan hapis cezası aldı, işinden oldu.

Dönemin kuvvetli komutanları, devrin değişeceğine en küçük bir ihtimal dahi vermeden, 28 Şubat’ın 1000 yıl sürebileceğini ilan ettiler.19

Laik-dindar bölünmesinde yeni bir evre
AKP liderliğinde yeni bir devletin kurulduğu ve eski devlete sadakat gösterenlerin sanki devlet değişmemiş gibi hâlâ bu devlete sadakat göstermesinin anlaşılır olmadığı görüşleri zaman zaman dile getiriliyor.20 Bu bütünüyle hayali olan analiz, AKP döneminde gerçekleşen değişimlere hangi gerekçelerle yanıt verilmemesi gerektiğini gösterdiği gibi, 28 Şubat darbesiyle gerçekleşen laik-dindar bölünmesinin derinliğini de açığa seriyor. CHP’nin sadakat sergilediği ‘eski devletin’ rutin eylemlerinden birisi olan 28 Şubat darbesi, laik-dindar bölünmesinin şiddetini artırdı. Sadece bu kadarla da kalmadı ve orduya yüksek bir moral verdi. 1980 darbesinden 17 yıl sonra yeniden kanlı canlı ve ayakta olduğunu, siyaseti belirleme gücünü elinde tuttuğunu kanıtlamış oldu.

28 Şubat darbesinin ürünü olarak Mesut Yılmaz liderliğinde ANASOL-D hükümeti kuruldu. Bu dönemden 2002 yılında gerçekleşecek seçimlere kadar üç kez daha hükümet kurulacaktı. Abdullah Öcalan’ın yakalanması, laik-dindar bölünmesinin yarattığı kasvetli havaya, ağır bir milliyetçiliği de eklendi. Laik-dindar bölünmesi bir yandan derinleşirken, diğer yandan Türk-Kürt bölünmesi de şiddetleniyordu ve siyasal istikrarsızlık koşulları hem devletin derin dehlizlerinde ‘başka türden’ planların yapılmasına neden oluyordu, hem de gerçekte 5 Nisan ekonomi-politikalarının tetiklediği daha şiddetli bir ekonomik kriz kapıyı çalmaya başlamıştı.

2001 krizi ve ‘iyi saatte olsunlar’ın yeni hareket alanı
2010’da neye karşı mücadele edildiğini anlamak için, sadece 1990’lı yılları değil, AKP’nin ilk dönemlerini de hatırlamak bir zorunluluk. O dönemin can yakıcı gelişmeleri hatırlanırsa, laik-dindar bölünmesi21, siyasal

istikrarsızlık, MGK kararları, sayısız antidemokratik hukuki uygulama, birkaç yılda bir depreşen ve yüz binlerce işçinin işsiz kalmasına neden krizlerin faturasını işçi sınıfına çıkartan politikalar, başörtüsü yasağı, Kürt düşmanlığı ve özgürlükler alanında kurumsallaşmış hem sağ hükümetler hem de askeri darbeciler tarafından sağlamlaştırılmış kısıtlamalar kavranırsa, 2010 referandumunda yükselen AKP ile gerileyen askeri vesayet güçleri arasında olduğu iddia edilen hesaplaşmadan daha derin bir mücadelenin olduğunu kavramak için bir kapı aralanmış olur.

Durduk yere gökten düşmedi bu AKP. 12 Eylül darbesinden sonra 2000’li yılların başına kadar, kısacası Özal döneminden sonra, Türkiye ekonomik ve siyasal kriz içerisinde debelendi durdu. Toplumda 12 Eylül darbesinin etkilerinden sıyrılmak yönünde başlayan değişim isteği, Kürt silahlı mücadelesinin şiddetlenmesi, Kürt hareketinin yığınsallaşması, askerî vesayetin su götürmez ağırlığı, faili meçhuller gibi bir dizi gelişmeyle paralel ilerledi. Ama bu değişim isteğine parlamenter yanıt, her seferinde egemen sınıfın siyasal bölünmüşlüğünün bir ifadesi olarak okunması gereken koalisyon hükümetleri oldu.

DSP-ANAP-MHP koalisyonu, koalisyonlar döneminin sonu oldu. 21 Şubat 2001’de yaşanan Kara Çarşamba olarak adlandırılan kriz, o güne kadar Cumhuriyet tarihinde yaşanan en büyük ekonomik kriz olarak sisteme çok büyük bir şiddetle çarptı. Halk bir gecede yüzde 25 fakirleşti. Gecelik faizler %7500 seviyelerine tırmandı, borsa çöktü. Haftalarca gösteriler, protestolar ve çatışmalar yaşandı.

28 Şubat darbesiyle perçinlenen askerî vesayet/ egemen sınıf /parlamenter bölünmüşlük üçgeni, egemen sınıf açısından ürkütücü boyutlara ulaştı. Emek örgütlerinin gösterileriyle “esnaf eylemleri” adı verilen, esas olarak işsiz kalan küçük işletme işçilerinin radikal eylemleri, orta sınıfların dağılma eğilimiyle birleştiğinde egemen sınıfın toplumu yönetmesini sağlayan tüm kayışlarda kopma ihtimali, aşağıda milyonlarca yoksul arasında yaşanan öfkeyle aynı anda şekillendi.

Egemen sınıflar olağanüstü yönetimleri ve koşulları değil, olağan koşulları ve istikrarı severler. İdeal olan iş yerlerindeki askerî disiplini gölgeleyecek sakin bir toplumsal yaşam ve dengeli siyasettir, ekonomik ve siyasî istikrardır. Bu da egemen sınıfların orta sınıfları ve orta sınıflar aracılığıyla mülksüz yığınları dengeli bir yaşamın sürekliliğine ikna etmesiyle mümkün oluyor. 21 Şubat krizi, işte tüm bu ikna araçlarının parçalandığı, belirsizliğin hüküm sürdüğü bir dönemin başlangıcı olarak siyasî krizi daha da şiddetlendirdi. Kriz sonrası yapılan seçimlerde, koalisyon hükümetinin en çok oy alan partisi, seçmenler tarafından eşi benzeri olmayan bir şekilde cezalandırıldı ve DSP yüzde 1,2 oy aldı.

Diğer iki koalisyon partisi de seçim barajını aşamadı. AKP sanki uzaydan gelmiş gibi, yüzde 34,3 oranında oy alarak tek başına iktidar oldu.

Henüz dört sene önce bir darbe gerçekleştirip siyasal İslamcı geleneği hem siyasal hem de kamusal alandan püskürten darbeciler açısından yaşanan şok, 1994 yılında İstanbul ve Ankara büyükşehir belediyelerini aynı geleneğe kaybettiklerinde yaşanandan daha şiddetli oldu. Erbakan’ın geleneğinden gelen ve bir süre hapis de yatan Tayyip Erdoğan’ın genel başkanı olduğu bir partinin iktidar olması kuşkusuz darbeciler ve laik-dindar bölünmesinin laik kanadı tarafından kabul edilebilir değildi.

AKP, 2002 seçimlerinden zaferle çıktığı andan beri üç adımı birden atmaya çalıştı. İlki, askerî vesayetten paçasını kurtarma adımı. AKP’nin askerî vesayetle uzlaşabileceğini iddia edenler şurada yanılıyordu: Askerlerin AKP ile uzlaşmak gibi bir niyetleri yoktu. İsmet Berkan’ın ‘Asker Bize İktidarı Verir mi?’22kitabında özetlediği gibi, 28 Şubat’ın yarım kalmış darbesini tamamlamak isteyen cuntacılar sürekli darbe planı yapmaya, hatta bu planların somut adımlarını da atmaya başladılar. Balyoz davasında anlatılan hikâye, o yılların hikâyesidir.23

AKP’nin askerî vesayetle kapışmak zorunda kalması, AKP liderliğinin bir devlet örgütlenmesi olarak orduyla sorunu olduğu anlamına gelmiyor. AKP, ordunun darbe yapmasına karşıydı, orduya karşı değil! Bu anaokulu bilgisinden mahrum olan mutat ulusalcı zevatın darbe girişimlerine karşı toplumsal muhalefeti örgütlemeye çalışan “Yetmez ama Evet”çileri tek kalemde AKP’li ilan etmesi, olsa olsa AKP’ye hayalini bile kuramayacağı bir misyonu yüklemek anlamına gelir.

AKP’nin ilk seçimlerden sonra aynı anda attığı üç adımdan ikincisi, egemen sınıfın güvenini kazanmaya dönük oldu. Bunu, egemen sınıfın taşra bakkalı olarak değil de küresel düzeyde ciddiye alınan bir güç olma hedefine uygun olarak, Avrupa Birliği üyeliği yönünde istekli hamleleri, bankacılık sistemini disiplin altına alan icraatları, orta sınıfları sakinleştirip egemen sınıfa yaklaştıran siyasetleri ve yeni liberal ekonomik programı aynen uygulamaya devam ettiğini kanıtlamasıyla yaptı. AKP’nin kapatılması gündeme geldiğinde Rahmi Koç’un AKP’yi “yolda bulmadıklarını” söyleyerek sahiplenmesi, bu güvenin bir işaretiydi.24

2002’den 2010 yılına kadar kabaca şu olaylar yaşandı. Darbe günlüklerinde 27 Mayıs darbesinden sonra, askerin siyasal alana müdahalesini, neredeyse adı konulmamış bir parti gibi çalışmasını gayet normal karşılamaya başladığını anlatan Özden Örnek, Kıbrıs, İslam, dış politika, eğitim, fişlemeler, andıçlamalar, gelir getiren işler, her düzeyde sürekli toplantılar, ikna çabaları, gizli ses kayıtları, etnik nüfus analizleri, ekonomi hakkındaki öngörüleri, “enternasyonal” ilişkileri, hizipleşmeler gibi bir dizi başlıkta ordu üst kademesinin siyasete müdahalesinin boyutlarını ifşa etti. Günlükler’deki şu yazılanlar, hazırlıkların boyutunu gösteriyor:

“Sekiz orgeneral-amiral oturur oturmaz MGK Genel Sekreteri Tayyip Erdoğan’ı nasıl payladığını anlatmaya başladı. Hemen konu AKP’ye karşı ne yapılması gerektiğine ve onların neler yapabileceğine geldi. İnanılmaz bir konuşma seyrettim ve dinledim. Sanki ilkokul birinci sınıfta çocuklar öğretmenlerinin gözüne girmek için devamlı el kaldırıyorlarmış gibi herkes aynı anda konuşuyor, kimse kimsenin söz hakkına riayet etmiyor, Genelkurmay Başkanı ise ağzını açamıyordu. Herkes bir şahindi. Umarım başımız derde girmez.”25 Darbe günlükleri ordunun AKP karşıtı siyasete müdahalesinin boyutlarını görmek isteyenlere gösteriyor. “Kara Kuvvetleri Komutanı, ‘Ben çok rahatsızım ve devlet elden gidiyor. Bir an önce sıkıyönetim içerisine girilmeli’ dedi.”26 alıntısı gibi sayısız örnek, darbe söylentilerinin iddia olmaktan öte anlamlar taşıdığını da gösteriyor.

28 Şubat darbesi Refah Partisi’ni kapatmıştı, RP’nin ardından kurulan Fazilet Partisi de RP’nin devamcısı olduğu gerekçesiyle kapatıldı. RP’nin kapatılma gerekçesi “laikliğe aykırı fiillerin odağı olduğu”ydu.27 Fazilet Partisi de RP’yle aynı yolun yolcusu olmakla suçlandığı için kapatıldı.

AKP, iktidarının her bir günü kapatılma korkusunu hissederken, devreye siyasi kargaşa çıkartmak üzere siyasi cinayetler, suikast girişimleri girmeye başladı, AB reformlarına karşı çıkan milliyetçi güçler gemi azıya aldılar, azınlıklar zaten birkaç yıldır MGK kararlarının da gösterdiği gibi devletin mücadele etmesi gereken güçler arasında tayin edilmişti. MGK “Asılsız Soykırım İddiaları ile Mücadele Koordinasyonu” oluşturdu.28

Bu koordinasyonun da faaliyetleriyle bir süre sonra 301. Madde devreye girecekti ve Türklüğü, Cumhuriyeti veya Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni alenen aşağılamak suçlamasından çok sayıda gazeteci, yazar ve aktivist yargılanacaktı. Orhan Pamuk, Hasan Cemal, Murat Belge, İsmet Berkan, Haluk Şahin, Erol Katırcıoğlu ve Elif Şafak gibi yazarlar yargılanıp beraat ederken, Hrant Dink ve Eren Keskin gibi yazar ve aktivistler ceza yiyeceklerdi. 301. Madde bir devlet şiddeti aygıtı haline gelmişti.

9 Kasım 2005 yılında Şemdinli’de Umut Kitabevi bombalandı. Bombacılar suçüstü yakalandı. Dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, suçüstü yakalanan bombacı astsubaylardan birisi olan Ali Kaya için, “tanırım, iyi çocuktur” demişti.29 Şemdinli olaylarını Şemdinli’den Ankara’ya Kürt Sorunu isimli kitabında ele alan Hakan Tahmaz şunları yazmıştı:

“Güvenlik güçleri, korucu ve itirafçıların ortak faaliyetleri, kaos ortamını derinleştirmekte ve bu durumdan nemalananların çıkarlarını korumakta.”30

PKK’nin 1999’dan 2005 yılına kadar sürdürdüğü ateşkes, Haziran ayında sona ermişti. Çatışmaların ve ölümlerin yeniden başlaması, ordunun siyaset üzerindeki ağırlığını da artırmaya başlamıştı. Bu arada EMASYA Protokolü’nden sık sık söz edilir olmuştu. 1997 yılında yürürlüğe giren Emniyet-Asayiş Yardımlaşma Protokolü 27 maddeden oluşuyordu ve orduya şehirlerdeki toplumsal olaylara müdahale imkânı tanıyor, terör şüphesi durumunda olaylara el koyabiliyordu. Her bir sorun havada korkunç bir elektriklenme yaratıyor, Kıbrıs konusunda, Kürt sorununda, demokrasi konularında yaşanan gelişmeler milliyetçi bir hezeyanla büyük siyasal sorunlar haline getiriliyordu. Bu koşullarda Santa Maria Katolik Kilisesi Rahibi Andrea Santoro, 5 Şubat 2006’da Oğuzhan Akdin tarafından Trabzon’da öldürüldü. Bu saldırıdan bir süre sonra Danıştay saldırısı gerçekleşti ve bir Danıştay Daire üyesi öldürüldü, dört üye yaralandı. 31

“Hepimiz Ermeniyiz” diye haykıran yüzbinlerce insan
2007 yılının 19 Ocak’ında ise Hrant Dink öldürüldü. 2007 yılı Türkiye açısından sanki bir tarihsel dönemin hızlı ve yeniden çekimi gibiydi. Hrant Dink öldürüldü, TBMM cumhurbaşkanlığı seçimi nedeniyle kilitlendi, dev bayrak mitingleri örgütlendi, cumhurbaşkanlığı krizi ve meşhur 367 vakası nedeniyle AKP erken seçim kararı aldı, AKP oylarında patlama yaşandı ve Cumhurbaşkanını halkoyuyla seçme fikri gündeme geldi.

Hrant Dink’i öldüren mekanizmayı yakından tanıyoruz. 17/25 Aralık tapelerinin ortaya saçılmasından sonra gündeme oturan FETÖ, geçmişin Kemalist darbecilerini aklama aparatına dönüştürülse de; Hrant Dink cinayeti, tetiği ulusalcıların çektiği, planlamasını ulusalcıların yaptığı, kampanyasını geleneksel derin devletin sürdürdüğü ve geleneksel medyanın propaganda işlevini yürüttüğü bir cinayet. Fethullahçı darbeciler bu cinayette karartma, bilgi saklama, cinayete göz yumma gibi bir dizi suça ortak olmuş olabilirler, bu nedenle, Hrant Dink’in arkadaşları, en başından beri “Öldür diyenler, emri verenler, katilleri koruyanlar” hesap verene kadar “Bu dava bitmez!” içerikli bir kampanya yapıyorlar. Devlet içinde çeşitli rollere sahip olan bütün derin ve açık güçler çok açık ki Hrant Dink’in katledilmesine şu ya da bu derecede katkıda bulunmuş. 10 yılı aşkın bir süredir süren davalar bu gerçeği gösteriyor. Cinayetin arkasında yer alan tüm derin güçler öncelikle Ermeni düşmanlığında birleşiyor. 32

Hrant Dink’i öldürenler ne bekliyor olursa olsun, cinayetin ardından gerçekleşen kitlesel yürüyüş, Türkiye siyasetinin başka bir mecraya bürünmesine neden oldu. 19 Ocak büyük bir demokrasi mücadelesinin başlangıç tarihi oldu aynı zamanda. İstanbul’daki kitlesel yürüyüşe birçok şehirde basın açıklamalarıyla eşlik edildi. Cinayeti planlayan, gerçekleştiren ve sonra örtbas etmeye çalışanların umduğunun tam tersi, yüz binlerce insan “Hepimiz Ermeniyiz!” sloganıyla yürüyerek, aşağıdan yığınsal ve kararlı bir demokrasi mücadelesinin fitilini ateşlemiş oldular.

O günlerde TBMM’de ise cumhurbaşkanlığı seçimi krizi baş göstermişti.

“Karısı başörtülü cumhurbaşkanı olur mu?”
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in görev süresi dolduğundan Mayıs ayında yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimi derin bir siyasi krize neden oldu. Eski Yargıtay Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, 26 Aralık 2006’da Cumhuriyet’te yayımlanan yazısında, anayasada belirtilen 367’nin sadece karar yeter sayısı değil, aynı zamanda toplantı yeter sayısı olduğunu ortaya attı.33 Bu görüşe göre oylamalara en az 367 kişinin katılması gerektiği, aksi halde sonucun geçersiz olacağı iddia edildi. CHP cumhurbaşkanlığı adayının Tayyip Erdoğan olma ihtimaline karşı Kanadoğlu’nun görüşlerine sarıldı. Baykal, AKP’nin uzlaşma olmadan kendi adayını çıkartmasını yanlış bulduğunu 367’ye atıf yaparak ilan etti. Abdullah Gül, Erdoğan tarafından aday gösterildi, ilk oylama 27 Nisan’da yapıldı, aynı gün Genelkurmay Başkanlığı hükümete muhtıra verdi34; CHP, Abdullah Gül’ün 357 oy aldığı seçimleri Anayasa Mahkemesi’ne götürdü, Anayasa Mahkemesi 1 Mayıs’ta 367 tartışmasını haklı buldu ve Abdullah Gül ikinci oturumda 367 oya ulaşamadığı için Cumhurbaşkanı seçilemedi. Hükümet erken seçim kararı aldı.35 Cumhurbaşkanının halkoylamasıyla seçilmesi ve görev sürecinin beş yıla indirilerek iki kez üst üste seçilmesinin önünün açılması, yine, ulusalcıların AKP’ye karşı sürdürdükleri deli saçması mücadelenin sonucu oldu. AKP’li birisinin cumhurbaşkanı olmasını engellemek için kapıldıkları histerik kriz, politik olarak düşünmek bile istemedikleri bir sonuca yol açtı!

Bu arada sokaklarda Nisan ayının ortalarından itibaren dev Cumhuriyet mitingleri örgütleniyordu. Bu mitinglere yüz binlerce insan katıldı, mitinglerde ordu güzellemesi yapıldı ama öne çıkan vurgu, cumhurbaşkanlığı makamına siyasal İslamcı bir gelenekten gelen birisinin oturmasını protesto etmekti.

Nisan ayının ortasında Zirve Yayınevi katliamı gerçekleşti. Yayınevi Hıristiyanlık öğretisiyle ilgili kitapların dağıtımına odaklanmıştı.36

2008 yılında ise yeniden parti kapatmalar gündeme geldi.

“411 el kaosa kalktı”
Cumhuriyet Başsavcısı, AKP’nin 14 Mart 2018’de yine “laiklik karşıtı eylemlerin odağı haline geldiği” gerekçesiyle kapatılması istemiyle dava açıldı. Kapatmanın yanı sıra Erdoğan ve Gül’ün de içinde olduğu 71 kişinin siyaseten yasaklanması talep edildi.

HEP, DEP, HADEP, DEHAP birbirini takip eden Kürt partileri, hiçbirisi 10 yıldan çok açık kalamadı.372007 yılında DTP hakkında da kapatma davası açılmıştı. 2009 yılında ise DTP, PKK’yi desteklediği gerekçesiyle kapatıldı.

2008 yılında son bir gelişmeye daha değinmekte fayda var: 9 Ekim 2012 tarihinde Meclis Darbeleri Araştırma Komisyonu’nda 28 Şubat ve 27 Nisan darbeleriyle ilgili konuşan Aydın Doğan, Hürriyet Gazetesi’nde 10 Şubat 2008’de ‘411 el kaosa kalktı’ manşeti atılmasını yanlış bulduğunu söyledi. Meclis’te 9 Şubat 2008’de başörtüsü yasağına karşı bir Anayasa düzenlemesi gerçekleştirildi. Üniversitelerde başörtüsü yasağını kaldıran düzenlemeye 518 milletvekilinin 411’i ‘evet’ oyu vermişti. İşte Hürriyet gazetesi ertesi gün ‘411 el kaosa kalktı’ manşetiyle çıkmıştı.38 Cumhurbaşkanının AKP ve MHP milletvekillerinin imzasıyla geçen başörtüsü düzenlemesini kabul etmesiyle CHP ve DSP milletvekillerinin Anayasa Mahkemesi’ne anayasa değişikliğinin “iptali veya yok hükmünde kabul edilmesi ve yürürlüğünün durdurulması” için başvurması bir oldu. Anayasa Mahkemesi 5 Haziran’da anayasa değişikliğini iptal etti.39

Bu iptal, bizler için de bardağı taşıran damla oldu. Şu ya da bu parti fark etmeksizin mecliste partilerin aldığı ve özgürlük alanını, burada aynı zamanda istediğin kıyafetle eğitim alma hakkını da içererek kapsayan bir düzenleme Anayasa Mahkemesi tarafından iptal ediliyorsa, burada siyasetin öldüğü çok açıktı. Ve bu karar apaçık bir şekilde yargı alanından siyasal alana doğrudan, vesayetçi, darbe özlemcisi bir müdahaleydi. Daha sonra Darbelere Karşı 70 Milyon Adım adını alacak askeri darbe karşıtı kampanyanın şekillenmesi Anayasa Mahkemesi’nin bu kararıyla başladı. 16 gün sonra, 1980 darbesinden sonra doğrudan askeri darbelere karşı ilk eylemi, 21 Haziran 2008’de İstiklal Caddesi’nde gerçekleştirdik.

Ve “Yetmez ama evet” zamanı
Yazının bu bölüme kadar olan kısmını, okuyucu açısından sıkıcı olacağını tahmin etmeme rağmen uzun tutmamın nedeni; bugünün OHAL koşullarında soluk alıp verenlerin, 2011 öncesinin siyasal koşullarını pek fazla hatırlamayanların, toz pembe bir Türkiye’den cehenneme dönen bir Türkiye’ye evrildiğimiz ve bunun kökeninde de bir öngörüsüzlük abidesi olan “Yetmez ama evet” kampanyasının yattığı iddialarının taşıdığı iki yüzlülüğe40 yönelik eleştirilere arka plan sunmak istemem.

“Yetmez ama evet” düşmanlarının birinci iddiasının doğru olmadığını görmüş bulunuyoruz. 2010’a gelindiğinde AKP yükselen, cuntacılar gerileyen bir güç değillerdi. Bir güç savaşı veriliyordu ve birbirinden farklı olanaklara sahip odaklar, devlet bürokrasisi içinde savaş verirken, AKP de kendi iktidarını sağlama almak için bir başka mücadele veriyordu. Ama mücadele eden güçler bu bloklarla sınırlı değildi. Kürtler bir yandan özgürlükleri için mücadele ediyor, Hrant Dink’in katledilmesinden sonra azınlıklar özgürlükleri için harekete geçiyor ve özellikle 1 Mayıs yasaklamalarına karşı mücadelede görünür olan sendikalar ve binbir sorunla cebelleşen işçi hareketi, kadın hareketi bir dizi alanda demokrasi, özgürlük mücadelesi veriyordu. Darbecilerin yargılanması, 12 Eylül darbecisi Kenan Evren ve ekibinin yargılanması, askerlerin sivil mahkemelerde yargılanması, Kürt sorununda savaş politikalarından güç alan TSK kurmay heyetinin siyaset alanında da kendini güçlü hissetmesi ve çözümsüzlüğün sürekli gündemde tutulması gibi alanlarda kitlesel mücadeleler yaşanmaya başladı. 2007’den 2010’a kadar aşağıdan mücadelelerin öne çıkan özgürlük, demokrasi, eşitlik ve vesayetçi güçlerle hesaplaşma eğilimi, 2010 referandumunun sadece AKP-Ordu-ulusalcılar ve Fethullahçılar kavgasından ibaret bir kestirmeciliğin ürünü olmadığını anlamak açısından önemli.

2010 anayasa değişikliği paketi bu koşullarda gündeme geldi. Gündeme gelen paket, niyet okuyanların dahiyane yaklaşımlarını bir kenara bırakırsak, bütünüyle özgürlük alanlarının önünü açan değişiklikleri kapsıyordu.

Özgürlükçü bir değişimin kapıları aralanıyor
2010 referandumunda gündeme gelen maddeler ve bu maddelerin öngördüğü değişiklikler41 üç başlık altında daha rahat açıklanabilir. İlk ve üzerinde en çok fırtına kopartılan bölüm, yargı alanında hedeflenen değişiklikler.

1. Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) bireysel başvuru yapma hakkı getirildi.42

2. HSYK’nın yapısı daha çoğulcu ve temsilî hale getirildi, Yasama üzerindeki Yürütme etkisi önemli ölçüde sınırlandırıldı. Bu değişiklik öncesinde HSYK’daki Yargı kökenli üyeler Yargıtay ve Danıştay tarafından seçilir ve cumhurbaşkanınca atanırdı. Bu değişiklikle, 22 üyeden 10’unun Türkiye’deki bütün hakim ve savcılarca seçilmesi sağlandı. Bunlara Yargıtay’ca seçilen 3, Danıştay’ca seçilen 2 üye eklendiğinde, 22 asil üyeli Kurul’un büyük çoğunluğu (15 üye), hakimler tarafından seçilir oldu ve cumhurbaşkanının yetkisi de kalktı.43

Yargının denetim yetkisi artırıldı. HSYK’nın meslekten çıkarma cezalarına karşı yargı yolu açıldı.

Siyasi parti kapatma zorlaştırıldı, AYM üyelerinin 3/5’i yerine 2/3’ünün oyu gerekli oldu. Siyasetin yargı üzerindeki denetimini sınırlamak açısından Adalet Bakanı’nın rolünün sınırlanması da önemli bir adım oldu. Eskisi gibi HSYK başkanı olmaya devam edecek ama daire toplantılarına katılamayacaktı. Hâkim ve savcılar hakkında disiplin inceleme ve soruşturmalarını re’sen başlatamayacak, bunu ancak ilgili dairenin isteği üzerine yapabilecekti.

Hakim ve savcıların disiplin soruşturmaları Adalet Bakanlığı’ndan alındı, HSYK müfettişlerine verildi. Son olarak, Yargı’nın yerindelik denetimi yapamayacağı vurgulandı – zaten yasak olan yerindelik denetimi, Yürütme kararlarının sadece mevcut hukuka uygunluğunu denetlemekle görevli olan hakimin, kararların isabetli/ yararlı olup olmadığına da karışmasıdır ki, Kuvvetler Ayrılığı ilkesine aykırı bir durumdur.

Değişikliklerin askeri darbecileri geriletmek açısından ordunun tahakkümüne yönelik maddelerinin başında meşhur Geçici 15. Madde’nin kaldırılması yer alıyor. Geçici 15. Madde, “12 Eylül 1980 tarihinden, ilk genel seçimler sonucu toplanacak Türkiye Büyük Millet Meclisinin Başkanlık Divanını oluşturuncaya kadar geçecek süre içinde, yasama ve yürütme yetkilerini Türk milleti adına kullanan, 2356 sayılı Kanunla kurulu Millî Güvenlik Konseyinin, bu Konseyin yönetimi döneminde kurulmuş hükümetlerin, 2485 sayılı Kurucu Meclis Hakkında Kanunla görev ifa eden Danışma Meclisinin her türlü karar ve tasarruflarından dolayı haklarında cezaî, malî veya hukukî sorumluluk iddiası ileri sürülemez ve bu maksatla herhangi bir yargı merciine başvurulamaz.” diyen bir darbeci koruma mekanizmasıydı.44 2010 değişiklikleriyle bu madde kaldırıldı ve 12 Eylül darbecilerinin yargılanmasının önü açıldı. Askerî yargının görev alanı çok daraltıldı. Askerler ağır cezalık suçlar için sivil mahkemelerde yargılanmaya başlandı. Askerî yargının yetki alanı sırf askerî işlerle sınırlandı. Askerler sivil mahkemelerde yargılanacak, ama siviller savaş hali dışında askerî mahkemelerde yargılanamayacaktı. Referandumun ardından hem 12 Eylül darbecileri hem de 28 Şubat, 27 Nisan darbecileri ve diğer vesayetçi hamlelerin sorumluları yargılanmaya başladı.

3. 2010 referandumunun temel hakları ilgilendiren bölümlerinde de esasen önemli gelişmeler yaşandı. Kamu Denetçiliği (ombudsmanlık) kurumu getirildi, Yürütme’nin her türlü işlemine karşı her yurttaş başvuru hakkı kazandı. Partisinin AYM tarafından kapatılmasına yol açanların milletvekilliği artık düşmeyecekti. Dezavantajlı insanlara yapılacak pozitif ayrımcılığın eşitlik ilkesine aykırı sayılmayacağı ilan edildi. Kişilerin yurt dışına çıkma özgürlüğü, ancak suç soruşturması/ kovuşturması sebebiyle ve Yargı kararına bağlı olarak sınırlanabilecekti. Memurlara toplu sözleşme hakkı verildi. Siyasi/genel grev, işyeri işgali vs.’ye ilişkin yasaklar kaldırıldı. Aynı iş kolunda birden fazla sendikaya üye olma, aynı iş yerinde birden fazla toplu sözleşme yapma olanağı getirildi.

2010 değişikliklerinde elbette ki hiçbir anlam ifade etmeyen, önceki maddelerle esastan çok büyük bir farklılık taşımayan maddeler de vardı. Ama olumsuz tek bir madde yoktu. İçi doldurulmamış, istismar etmek isteyenin kullanabileceği fırsatlar sunan maddeler vardı. Örneği kamu çalışanlarına toplu sözleşme hakkının tanınması, grev hakkı tanınmadığı sürece çok anlamlı değildi. Ama bütünüyle anlamsız bir adım da değildi. Sendikalarını sokakta kuran kamu emekçileri için bir kazanımdı.

HSYK maddesi CHP’nin ürünüdür
Ohannes Kılıçdağı, “Yetmez ama evet” tartışmaları hakkında bezginliğini de ifade ettiği nefis yazısında, 2010 referandumuyla HSYK’nın Fethullahçıların denetimine geçtiğini söyleyenlere şu yanıtı veriyor:

“Saldırgan grubun, HSYK ile ilgili görmediği, görmek istemediği, gözlerden kaçırdığı bir husus da bu düzenlemenin hem 2010 referandumundan önce hem de sonra değiştirildiğidir. Metin Eylül 2010’da oya sunulmadan CHP AYM’ye başvuruyor ve HSYK seçimlerinde her bir hakimin sadece bir aday isme oy vermesine itiraz ediyor. AYM de bu itirazı, oy çokluğuyla haklı buluyor ve her bir hakimin seçilecek üye kadar oy vermesine karar veriyor. Yani kişilere değil, listelere oy verme imkanı doğuyor. Böylece, bireylerin alacağı oylarla farklı görüşten insanların HSYK’yı oluşturma ihtimali neredeyse ortadan kalkarken, HSYK’nin blok olarak bir siyasi görüşten oluşmasının önü açılıyor. CHP’nin bu başvurusunun demokrasi açısından doğruluğu, yanlışlığı tartışılabilir. Fakat konumuz yargının HSYK eliyle belli bir gruba teslimiyse, bu başvurunun bundaki etkisini neden hesaba katmıyoruz? O arkadaşlar neden CHP’ye de “Sizin yüzünüzden oldu”, demiyorlar. Tekrar ediyorum, CHP’nin o başvurusu ilkesel düzeyde yanlış bir şey de olmayabilir ama eğer eylemleri vardıkları yer ile değerlendiriyorsak, “yetmez ama evet”e saldıranların bir o kadar da CHP’ye saldırması lazım. Doğrusunu söylemek gerekirse, benim kendimi eleştireceğim nokta ise bu değişikliğin ne kadar kritik olabileceğini atlamış, o gün kestirememiş olmam. Dönüp baktığımda zihnimde yer etmediğini görüyorum. Ancak hatırlatılınca hatırladım.”45

Kılıçdağı’nın da vurguladığı gibi46, HSYK’da Fethullahçıların işine yarayan düzenlemenin nedeninin, CHP’nin klasik Anayasa Mahkemesi’ne yaptığı itiraz olduğunu gösteriyor. 2007 yılında da yine CHP yine Anayasa Mahkemesine başvurarak, Cumhurbaşkanlığı seçimi için meclis oturumunda 367 milletvekili gerektiğini iddia etmişti ve cumhurbaşkanının halkoyuyla seçilmesi süreci böylece başlamıştı.

Yetmez ama evet kampanyasının doğuşu
Değişiklik paketi önümüze geldiğinde, yukarıdaki gibi soğukkanlı bir analiz yaparak, değişikliklerin kapsamlarına ve gerçekten bir değişiklik anlamına gelip gelmediğine bakarak bir metin yayınlamaya karar verdik. Üzerinde fırtınalar kopartan metnin tamamı 41 kelime! Metin şöyle:

“12 Eylül Anayasası’ndan ve ruhundan tümüyle kurtulmamızı sağlayacak yeni bir anayasa istiyoruz. Mevcut anayasa değişiklik paketi 12 Eylül Anayasası’ndan tümüyle kurtulmak yönündeki taleplerimizi karşılamıyor. Ama bu paket, darbe anayasasının çöpe atılması yönünde önemli ilk adımdır; bu yüzden ‘yetmez ama evet’ diyoruz.”

İşte bu! AKP’ye destek olmakla, 2010 12 Eylül’ünden sonra yaşanan tüm trajik gelişmelerin sorumlusu olmakla, bazen Fethullahçıların bazen AKP’lilerin, bazen de ABD’nin oyunlarının piyonu olmakla suçlanan “Yetmez ama evet” kampanyasının tam metni bu. 12 Eylül anaysasından bütünüyle kurtulmak istediğimiz için bu değişiklik paketi yetersiz ama darbe anayasasının çöpe atılması için bir ilk adım olması açısından da geçmesi gereken bir paket! Söylenenler bu kadar.

Bu metinle yapılan çağrıya ilk birkaç günde 250 kişi destek verdi. Sokaklara çıktık, bildiriler dağıttık, ulusalcı solun kimyasını bozan ise 28 Ağustos 2010 günü İstiklal Caddesi’nde yapılan dev gösteri oldu. Bu gösterinin çağrı metninde ise şunlar yazıyordu:

“12 Eylül cuntasının anayasasından kurtulmak için yeterli olmayan değişiklikleri, ‘yetmez ama evet!’ diyerek savunuyoruz.

Yeni bir anayasanın yapımını kolaylaştıracağı için 12 Eylül günü, 12 Eylül anayasasında yapılan değişikliklere, ‘Yetmez ama evet’ diyoruz.

YETMEZ, çünkü biz, sivil, demokratik, özgürlükçü, çoğulcu, demokratik tartışmalarla şekillendirilen, tümüyle yeni bir anayasa istiyoruz. Mevcut anayasanın tamamı idam severlerin anayasasıdır. Necdet Adalı’yı asanların anayasasıdır. Erdal Eren’i asmak için yaşını büyük gösteren Kenan Evren’in anayasasıdır ve tamamen değişmelidir.

YETMEZ, çünkü biz savaşı değil barışı güvence altına alan bir anayasa istiyoruz.

YETMEZ, çünkü biz bütün toplumsal kesimlerin haklarının güvence altına alındığı bir anayasa istiyoruz.

YETMEZ, çünkü biz, ırkçı ve milliyetçi her tür söylemden arındırılmış bir anayasa istiyoruz.

YETMEZ, çünkü biz, insan haklarının ve özgürlüklerinin güvence altına alındığı bir anayasa istiyoruz.

AMA EVET!

EVET, çünkü biz, darbecilerden hesap sorulmasının yolunun açılmasını istiyoruz.

EVET, çünkü biz, fişlenmenin son bulmasını istiyoruz.

EVET, çünkü biz, 12 Eylül’ün hesabının sorulmasını istiyoruz.

EVET, çünkü biz 12 Eylül darbe anayasasının kısmen de olsa değişmesini istiyoruz.

EVET, çünkü biz, rejimin bekçiliğini yapan değil, hukuk kurallarına uyan bir yargı sistemi için istiyoruz.

EVET, çünkü biz, darbecilerin karşısında el pençe divan duran Anayasa Mahkemesi’nden,

Partileri kapatan Anayasa Mahkemesi’nden, Başörtüsünü yasaklayan Anayasa Mahkemesi’nden,

Yüksek yargıçların yüksek yargıçları seçtiği yargıçlar sultasından,

Şemdinli savcısını görevden alarak Şemdinli bombacılarını koruyan,

HSYK’nın bugünkü yapısından kurtulmak istiyoruz. EVET, çünkü biz, askere sivil yargının yolunun açılmasını istiyoruz.

EVET, çünkü biz, askerlerin sivil mahkemelerde yargılanmasını istiyoruz.”47

‘Halkın dostları’, bilcümle ulusalcı, bütün yürüyüş boyunca atılan sloganlardan ve yürüyüşün kalabalığından çok ürktü. “Kürt halkının özgürlüğü için yetmez ama evet”, “İşçi sınıfının hakları için yetmez ama evet”, “Kadınların özgürlüğü için yetmez ama evet” yürüyüşün üç ana sloganı olarak öne çıktı. Daha referandumdan önce, bu yürüyüşün hemen öncesinde, kampanya, AKP destekçisi olmakla suçlanmaya başlamıştı bile. Suçlama öncelikle “liberal” sıfatıyla beraber, “liberal”, “liboş”, “liberal dönek”, “liberal solcular” şekillerini alarak katmerli küfürlerle birlikte kullanılıyordu.

Liberal suçlamasının kimler tarafından kimleri baskı altına almak ve linç etmek için kullanıldığına dair örnekleri hatırlamak çok önemli:

“Hitler ve faşizm ile olan paralellikler üzerinden gidersek: Hitler’in muhalefet ettiği esas kavram liberalizmdir. Komünistlerin, sosyalistlerin, Yahudilerin, çingenelerin ortak paydası “liberal güruha” dahil olmalarıdır. Teorik ifadesini Carl Schmitt’te bulan bu tür bir siyasal liberalizm eleştirisinin sol ile hiçbir ilişkisi yoktur. Siyasal liberalizmin Marksist eleştirisi politik toplumsal öznelerin ekonomik-politik eşitsizliği üzerine kuruludur. Faşizmin eleştirisinin temeli ise liberallerin millî devletin karşısında kendi sınıfsal, etnik, dinsel, kültürel, cinsel kimliğinden gönüllü olarak feragat etmeyi reddeden soysuz bir güruh olması üzerine kurulmuştur. Bazı durumlarda toplumsal kimlikten gönüllü feragat bile işe yaramaz. Sorun teşkil eden toplumsal kimlik değil, bizatihi varlığın kendisidir. Varlıklarından feragat etmeleri beklenir.”48

Türkiye’de ise özellikle Emin Çölaşan gibi ulusalcı yazarların başlattığı “liberal” düşmanlığının solun geniş kesimlerinde yankı bulması, olur olmaz her gelişmede liberal parmağının aranması devlet yazarlarının etki alanlarının genişliğini göstermesi açısından çok ilginç. Muazzam bir siyasi güce sahiplermiş gibi liberalleri linç etme eğilimi, aslında muazzam bir güce sahip oldukları kısa sürede görülecek olan ulusalcıların gölgede kalmasına neden oldu.

Kuşkusuz liberalizmin Marksist bir eleştirisiyle karşı karşıya değildik. Liberal eleştirisi, Marksist kavramların karmakarışık kullanımıyla birleştirilip ulusalcı nefret nesnesine dönüştürülmek istenen insanların üzerine boca ediliyordu.

2000’li yıllardan itibaren “Liberalizm”i eleştirisinin merkezine koyanlara bakınca ya su katılmamış bir ulusalcı ya devletin tüm derinlerinden gelen eleştirileri aktaran bir aparat ya da özgürlük mücadelesi verenlerle siyasi liberalizmi, kapitalist bir siyasi eğilimi birbirine karıştıran sekter bir sol yelpazeyle karşılaşırız. Her alanda özgürlük isteyenlere liberal suçlamasının yapılması ikili bir işleve sahipti: Birisi, özgürlük istemenin hükümete yarayan bir tutum olduğu bilincini geliştirmek, diğeri ise isteyerek ya da istemeden özgürlüklerin karşısındaki tüm tehditleri gölgelemek ve aklamak.

Sorunu karakatürize etmek pahasına da olsa, Ermeni Soykırımı’yla ilgili bir panel düzenlemek isteyenler liberal, bu paneli basmak isteyenler, kınayanlar ya da soykırımın “emperyalizmin bir yalanı” olduğunu söyleyenler solcu! Başarılması gereken, Ermeni sorunu etrafındaki tartışmaları, hem bir yüzleşme hem de sınıf mücadelesinin, Türkiye’de devletin inşasının ya da başka bir deyişle Türkiye’de politik ekonominin kavranmasının bir sürecine çevirmekti.

“Yetmez ama evet” demek AKP’yi mi desteklemekti?
Bu soruya yanıt vermek için öncelikle “Yetmez ama evet” diyenlerin, aynı siyasi kökenden gelmediklerini hatırlamak lazım. Solcu, sosyalist sanatçılar, demokrat aktivistler, sendikacılar, AKP tandanslı aktvistler, gazeteciler, liberaller, darbe karşıtı aktivistler, akademisyenler ve DSİP’liler yer alıyordu. Kampanyaya birbirinden farklı gruplardan oluşan çok geniş bir çevre destek verdi ve bu çevrelerin her birinin hem siyasi kökenleri hem de nihai hedefleri birbirinden çok farklıydı. Kampanyadan sonra siyasal mücadelede aldıkları konuma göre birbirinden çok farklı siyasal pozisyonlar alanlar olduğu gibi birbirine daha da yakınlaşanlar oldu. Fakat “Yetmez ama evet” kampanyası, kesinlikle bir AKP’ye destek kampanyası değildi.

Örneğin DSİP, “Yetmez ama evet” kampanyası içinde elinden geldiğince, “batıda yetmez ama evet, Kürt illerinde boykot”49 tutumunu almıştı. O gün ilk imzacılar arasında bulunan Sezai Temelli, bugün HDP’nin genel başkanıyken, o gün ilk imzacılar arasında bulunanlardan bazıları daha sonra AKP’de yönetici olmak için kolları sıvadı.

Fakat “Yetmez ama evet” kampanyasına ruhunu veren bizlerdik. Hem birçok ilde açtığımız stantlarla, dağıttığımız bildirilerle hem de referandumu darbecilere karşı verilen mücadelenin bir halkası olarak devamlılık içinde ele alışımızla DSİP hareketin esas belirleyeniydi. Darbelere karşı mücadelenin ilk gününden beri, DSİP’in AKP’ye yaklaşımı ise şuradan görülebilir:

“Darbeye karşı mücadeleyi AKP’yi desteklemekle eş tutanların tam tersine, AKP’nin demokrasi ufkunun darlığını aşacak mücadelenin de aşağıdan darbeye karşı örgütlenen hareket olduğunu görmedikleri çok açık. Aşağıdan mücadele darbecileri ne kadar geriletirse, burjuvaziyi de o kadar geriletir, onun demokrasi anlayışını da o oranda dağıtır ve AKP’yi teşhir eder.”50

2008 yılında darbe karşıtı mücadeleyi, AKP’ye destek olmakla suçlamanın moda haline geleceğini tahmin

etmezken bu tür vurgular yapmamızın nedeni, sahip olduğumuz sosyalist gelenektir. Tanıl Bora gibi, soğukkanlı, olgun ve nesnel değerlendirmeler yapan birisinin bile, Cereyanlar isimli kapsamlı çalışmasında DSİP’i ele aldığı bölümde, “28 Şubat sürecine karşı çıktı, askeri vesayetle mücadele faslında AKP hükümetine destek verdi. Desteğin fazla ‘şevkli’ görünmesi (…)”51 diyerek devam ediyor. Bora da DSİP’in temsil ettiği ve savunduğu gelenekten fazlasıyla habersiz. Sadece 28 Şubat’a değil, 27 Nisan e-muhtırasına da karşı çıktık. 27 Nisan muhtırasının bitiş cümlesini, demokrasi isteyen, özgürlük isteyen ve Hrant Dink’in cenazesinin arkasından yürüyen yüzbinlerce insana yönelik bir meydan okuma olduğunun altını çizdik:

“Siyasal demokrasinin daraltılması yönündeki müdahale, 27 Nisan muhtırasından beri tırmanan darbeci tahakküm engellenmek zorunda. Bu birkaç kötü niyetlinin demokrasiye alerjisi olmasından kaynaklanan bir süreç değil çünkü. Bu aynı zamanda Ergenekon’dur, bu aynı zamanda Hrant yoldaşı öldüren iklimin sürmesidir, bu aynı zamanda ırkçılık ve milliyetçiliğin güvenli bir iklimde yaygınlaşmasıdır. İçinden geçtiğimiz sürecin bir darbe süreci olmadığını düşünenler 27 Nisan e-muhtırasını görmezden geliyor ve darbe sürecinin hangi güçle hesaplaştığını da unutuyor. 27 Nisan muhtırası, ‘Ne mutlu Türk’üm demeyenleri’ nasıl tanımlıyordu. Sonuna kadar mücadele edilmesi gereken düşmanlar olarak.”52

Sadece 27 Nisan e-muhtırası değil, apaçık bir darbe olan ve 27 Nisan’dan farklı olarak hükümeti düşüren 28 Şubat post-modern darbesine de karşı çıktık. DSİP’in yayın organı Sosyalist İşçi gazetesi, en demokratik sol grupların bile en fazla “Ne darbe ne şeriat” diyebildiği 28 Şubat darbesi günlerinde “Darbeye hayır! Tanklar kışlaya!” sloganıyla özel baskı yaptı. 12 Mart 1997 sayılı Sosyalist İşçi, “Muhtıra safları belirginleştirdi/Darbe yanlıları işçi düşmanıdır” manşetiyle çıktı. Başyazısında, “Tarafsız olunamaz/Darbeye hayır!” başlıklı makale yer alıyordu. 26 Mart 1997 sayılı Sosyalist İşçi “Darbe tehdidi sürüyor/Sessiz kalma” manşetiyle çıkarken, 28 Mayıs 1997’de ise “Onlar bizi savunmaz! Biz onları savunalım: Refah’ın kapatılması çözüm değil.” manşetiyle çıkmıştı gazete. Bunun nedeni, darbe karşıtlığı gibi bir hobimiz olması, hükümette yer alan siyasal İslamcı partiyi desteklemek değil, bu partinin darbeciler tarafından iktidardan indirilmesine karşı olmaktı. Tıpkı 2000’li yıllar boyunca darbelere karşı kampanyada yapılan AKP’yi desteklemek değil, AKP’nin darbeciler tarafından kapatılmasına engel olmaktı. İşçi sınıfından ve kent yoksullarından destek alan siyasal İslamcı bir partinin ordu tarafından yasaklanması, askeri müdahalelerle devrilmesi, bu partiyi var eden, siyasal alanda cazip hale getiren dinamiklerin ve burjuva demokrasisinin tüm kurumlarının lağvedilmesi anlamına gelir. Solun, siyasal İslamcılarda bir alternatif gören işçi ve yoksul kitleleri kazanmasının tek yolunun öncelikle demokrasiyi, özgürlükleri sınırız bir şekilde savunduğunu göstermesidir. Askerlerin bir partiyi kapatmasına karşı çıkmanın o partiyi desteklemek anlamına gelmesi, Türkiye’de solun ulusalcı tahayyül dünyasının anlaşılmaz kodlamaları solculuk sanmasından ve öte yandan, gerçek Marksist geleneğin deneyimlerinin bütünüyle uzağında kalmasından kaynaklanabilir ancak.53

“Yetmez ama evet” kampanyasına katılanların bir kısmı AKP’yi bütün kalbiyle destekliyor olabilir, ama bu kampanya AKP’ye destek için değil, atanmış darbeciler hiçbir hükümeti deviremesin ve geçmiş dönemin tüm darbecileri hesap versin diye yapıldı. Kampanya içindeki sosyalistler bu politikaları savundu. Darbeye şevkle karşı çıkan sosyalistlerin AKP’yi desteklediğini söyleyebilmek için ya bir seçimde AKP’ye oy çağrısı yaptığını ya da üyelerini AKP’ye katılmaya teşvik ettiğini kanıtlamanız gerekir. Darbeye karşı ve darbeciler yargılansın diye kampanya yapan sosyalistleri AKP destekçisi olmakla itham etmek, en hafif yorumuyla AKP’yi gözünde olduğundan fazla büyütmektir. 2000’li yıllar boyunca kurulan Emek-Barış-Özgürlük bloklarına oy çağrısı yapan, 2007’de Baskın Oran, Ufuk Uras ve ÖDP’ye oy çağrısı yapan, 2009’da yine BDP adaylarını destekleyen, 2011’de yine bağımsız sosyalist adaylara oy çağrısı yapan, 2014’te, yerel seçimlerde de cumhurbaşkanlığı seçimlerinde HDP ve Demirtaş’a oy çağrısı yapan, 2016 referandumunda “Hayır!” kampanyası yürüten bir siyasal partinin AKP’ye destek verdiğini iddia edebilmek için oldukça dikkatsiz ya da kasıtlı olmak gerekir.

2010’dan beri hâlâ rüyalarında “Yetmez ama evet” kampanyasının ağırlığını hissedenlerin kasıtlı olduklarını tahmin etmek için çok fazla zorlanmaya gerek yok.

“Uzlaşmacılık mı?”
AKP’ye destek olmak iddiası sökmeyince en azından referandumda AKP’yle uzlaştığımız yönünde suçlamalar da devreye giriyor. Burada, sosyalist hareketin uzlaşmaz bir hareket olduğu yanılsaması devreye giriyor. Ne yazık ki Lenin’i neredeyse sadece lafzi düzeyde tanıyan ama Leninist fikirlerden fersah fersah uzak olanlar, Lenin’in uzlaşma hakkında yazdıklarından bihaber.

‘Halkın sadece dostu’ olmakla kalmayıp en keskin sloganlara sahip dostu olduğunu sananlar yanılıyor. Sosyalistler uzlaşır. Sosyalizm mücadelesinin tarihi bir adım ileri iki adım geriye doğru hamlelerin tarihidir.

Sürekli ileriye doğru hareket edip birkaç sene içinde iktidarı alacağını düşünen ütopik sosyalistlerden bu toprakların dokusu nedeniyle bol miktarda türüyor. Ama gerçek bir sınıf mücadelesi böyle aceleciliklere sığmaz. Uzlaşmaz devrimci Lenin muhtemelen bu konuda en önemli otorite olacaktır:

“Çarlığın iktidardan düşmesine kadar, Rusya’nın devrimci sosyal demokratları çok kez liberallerin yardımına başvurmuşlardır, yani bunlarla birçok pratik uzlaşmalar yapmışlardır.”54

Lenin Bolşeviklerin sınıf mücadelesinin gelgitleri içinde birçok kez uzlaşmak zorunda kaldıklarını anlatıyor. AltÜst dergisinin 8. sayısında yazdığı vurucu makalede Sinan Özbek ise Lenin’den aktardıktan sonra şunları ekliyor:

“Lenin’in uzlaşmaların neden gerekli olduğunu açıklayışı, bir Marksizm dersi gibidir. Kapitalizmi kapitalizm yapan emekçi sınıfların bölünmüşlüğüdür: Proletarya, proleterden yarı proletere, yarı proleterden küçük köylüye, küçük köylüden orta köylüye ve diğer toplumsal gruplarla çevrilidir. Bunun gibi proletaryanın kendisi de meslek grupları ve bazen mezhepsel gruplar gibi tabakalara bölünmüştür. Egemen sınıflar da bölünmüş, parçalı bir yapıdadır. Bu, kapitalizmi kapitalizm yapan bir özelliktir.”55

Bu alıntılar, sadece sınıf mücadelesinin kendi grubunun çıkarlarını işçi sınıfının mücadelesinin ihtiyaçlarının üstünde gören sekter grupların sandığından çok daha karmaşık ve zaman zaman geçici uzlaşmaları da içerdiğini anlatıyor; fakat “Yetmez ama evet” kampanyasının bu türden bir uzlaşma anlamına geldiğini kanıtlamıyor. “Yetmez ama evet” kampanyası, her hangi bir siyasi çevreyle uzlaşmak ya da bu çevreye destek değil, eksikliklerle dolu bir siyasal reform paketini desteklemek anlamına geliyordu. Pakette mevcut siyasal koşullardan daha geriye doğru adım atmak anlamına gelebilecek hiçbir madde yoktu. Eksik ama özgürlük mücadelesi için kapı aralayan bir paketti. Eksikliği, bizatihi AKP liderliğinin siyasal ufkunun burjuva karakterinden kaynaklanıyordu. Gündeme gelen her reform talebi bir mücadelenin ürünüdür, aşağıdan yükselen mücadele hükümetleri reform yapmaya zorlarken, hükümetlerin devletle ve burjuvaziyle uzlaşma düzeyi ve kendi siyasal ufku reform paketinin kapsamını daraltır.

1980 darbesinden itibaren sürdürülen tüm mücadelelerin ürünü ama aynı zamanda hükümet tarafından yetersiz kılınan bir ürün olan paket için, “Bu paket yetersiz ama ileriye doğru atılan bir adımdır” diyerek kampanya yapmak, uzlaşma ve AKP’ye destek olmaksa, “Hayır” kampanyası yapmak da, 2010’da “Hayır!” diyen bütün siyasi güçlerle uzlaşmaktır. Bu siyasi güçler arasında devlet, özellikle askerlerin sivil mahkemelerde yargılamasından nefret eden ve tüm derin, açık yapılanmasıyla yurttaşların devlet karşısında özgürlük alanlarını güçlendiren devlet bürokrasisi ve yanında MHP’yle ve CHP’yle yapılan apaçık bir uzlaşmadır!

Bu paket önümüze geldiğinde üç alternatif vardı. Birisi doğrudan “Hayır!” demekti. Bunu diyemezdik. Darbeci devletle aynı zeminde durmak anlamına gelirdi. Bu, referandumda ulusalcıların, referandumu AKP’nin oyunu olarak gören sol, sosyalist ve liberal çevrelerin ve ulusalcı sosyalistlerin tercih ettiği yol oldu. İkinci alternatif “Boykot” tutumunu almaktı. Boykot konusu ise Temel Demirer’in sandığı gibi değil ne yazık ki. Lenin’den yola çıkarak, her seçimde boykot önerip, seçimden sonra sandığa politikaya ilgi duymadığı ya da yataktan kalkıp oy vermeye gidecek kadar bile enerjisi olmayan insanların oranını ölçüp boykotun başarı hikayesini yazanlar, boykot taktiğinden hiçbir şey anlamamışlar demektir. 2010 yılında, boykot sadece Kürt illerinde geçerli oldu. Batıda, boykotun hiçbir tabanı yoktu.

Lenin boykot tutumunu şöyle gerekçelendiriyor.

“Pasif çekimserlikten farklı olarak aktif boykot, ajitasyonun on kat arttırılması, her yerde toplantılar düzenlenmesi, zorla girecek bile olsak seçim toplantılarından yararlanılması, gösteriler, siyasi grevler yapılması vb. anlamına gelmelidir (…)Aktif boykot . . . açık, kesin ve dolaysız bir slogan olmadan düşünülemez. Bu slogan ancak silahlı ayaklanma sloganı olabilir.” 56

2010 yılında, işçi kitlelerinin, yoksulların ve gençlerin kitlesel mücadelesi, referandum sandıklarının burjuva niteliğinin sorgulama düzeyine ulaşmamıştı. 2010 referandumu da ayaklanan kitlelerin enerjisini sistem içinde tutmak için üretilmemişti. Kürt illerinde ise durum tam tersiydi, BDP’nin boykot çağrısı geniş bir yankı buldu Kürt halkında. Batıda ise böyle bir şey söz konusu değildi. Batıda boykot, çağrıyı yapanların politika dışında temiz kalma arzularını yansıtıyordu. Lenin’in sözünü ettiği aktiflikten eser yoktu kampanyalarında.

“Hayır!” ve “Boykot” tutumunu alamayacağımız gibi, “Evet” tutumunu da alamazdık. Zira bu tutum, AKP’nin tutumuydu. Oysa yapacağımız kampanya hem reform paketinin sınırlamasını hem Kürtlerin taleplerinin görmezden gelinmesini hem de AKP’nin sınırlamasını eleştirmenin olanaklarını sunmalıydı. Bu açıdan “Yetmez ama evet” tutumu, en işlevsel olanıydı. Değişikliklere “Evet” demek isteyen ama AKP’yle aynı yerde görünmek istemeyen binlerce insan bu kampanya sayesinde harekete geçebilecekleri bir kanal bulmuş oldular.

2010’dan sonrasının sorumluları
Yazının sonuna doğru iki noktayı daha vurgulamalıyım: Birisi, 2011 yılından sonra yavaş yavaş ama Gezi direnişinden sonra önüne geçilemez bir şekilde AKP liderliğinin uyguladığı nobran politikaların sorumlusu olarak “Yetmez ama evet” kampanyasının ilan edilmesi ve bu kampanyaya destek olanların kaçınılmaz bir şekilde özeleştiri vermeye mahkum edilmesi. Örneğin Ali Bayramoğlu’yla röportajında İrfan Aktan ısrarla bunu yapmaya çalışıyor. Sonunda Ali Bayramoğlu şunları söylemek zorunda kalıyor:

“Tabii ki, 2011 sonrası benim gözümde öyleydi ama maalesef öyle olmadı. O arada benim göremediğim şeyler vardı. Kendimi eleştirmemi ve sorgulamamı istediğini anlıyorum ama müsaade et ki, o yazıdaki son cümleden önceki kısmı önemsiyorum.”57

Bugünün yollarını “Yetmez ama evet” diye diye döşediniz klişesinin kullanım süresi bitmiyor. Burada, ‘Halkın ulusalcı dostları’ şöyle bir uyanıklık yapıyorlar: Referandumla sonrası tüm gelişmeleri doğrusal bir ilişki içindeymiş gibi tayin ediyorlar. 2010 referandumu ve Berkin Elvan’ın öldürülmesi arasında, Gezi’ye şiddetle saldırılması arasında, partili cumhurbaşkanlığı sisteminde ısrar edilmesi arasında ve hatta 15 Temmuz darbe girişimi ve Fethullahçı darbecilerin güçlenmesi arasında doğrudan bir bağlantı kurmaya çalışıyorlar. Bu gerçeği eğip bükmek anlamına geliyor. Bu, şimdi yaşadığımız koşulların dışında bir gelişmenin mümkün olmadığına inanmaya, dolayısıyla aslında mücadele etmek ve risk almanın anlamsız olduğunu söylemeye tekabül ediyor. Referandum gerçekleşti ve sadece referandum gerçekleştiği için Türkiye’de dananın kuyruğu koptu! Oysa arada 2011 seçimleri yaşandı, Roboski katliamı, MİT krizi, Kürt tutukluların ölüm oruçları, dershane krizi, kürtaj tartışması, Oslo sürecinden sonra baş döndürücü bir hızla çözüm sürecinin başlaması, 28 Şubat tutuklamalarının dalga dalga gelmesi, ardından çözüm sürecinin tam ortasında Gezi direnişinin başlaması.

Gezi direnişinde Türkiye çapında yaklaşık 5 milyon kişi sokaklara çıktı, AKP hem kendi içinde hem de Fethullahçılarla ilişkisinde sıkıntılar yaşadı, ardından 17/25 Aralık yolsuzluk soruşturmaları başladı, devlet yargısıyla polisiyle o günden beri hallaç pamuğu gibi atıldı, HSYK’nın 2010’da yaşadığı değişiklikler iptal edildi, yargı doğrudan hükümete bağlandı, Türkiye’de art arda bombalar patlamaya başladı, Kobane’de IŞİD saldırısı sonrası Türkiye’de yaygın gösteriler oldu ve onlarca insan yaşamını yitirdi, çözüm süreci rafa kaldırıldı, Kürt sorununda yeniden çatışmalı sürece dönüldü ve 15 Temmuz darbe girişimi gerçekleşti. Yüzlerce insan öldü, binlerce insan yaralandı, OHAL ilan edildi. Evet! Çok inandırıcı! Bütün bu gelişmeler “Yetmez ama evet” kampanyası nedeniyle oldu!

2010’a kadar, aşağıdan bir mücadele ve değişim arzusuyla, 2007’de Hrant Dink’in öldürülmesine karşı öfke ve demokrasi isteği birleşti. Dünyadaki eğilime de uygun ve ekonomik büyümeyle eşgüdümlü bir şekilde Türkiye’de de umulmadık bir dizi adım atıldı. Özgürlükler alanında genişleme oldu. Dünyada 2008 küresel krizi ve bu krizin uzayan etkisinin yarattığı ekonomik ve siyasi çalkantılar Türkiye’yi de etkiledi, Arap Baharı bir başka açıdan hükümetin iştahını kabarttı ve Ortadoğu politikası başka ülkelerin içişlerine aktif müdahil olma eğilimine evrildi. En önemlisi ise Gezi direnişinin, 17/25Aralık’ın ve Mısır’da Sisi liderliğindeki askeri darbenin arka arkaya gelmesiydi. Erdoğan’ın ve AKP liderliğinin bu gelişmelere tepkisi, reformların “r”sine dahi tahammül göstermeyen yeni bir politik eğilim oldu.

HSYK’nın 2010’da değişen yapısı, 2014’te hükümetin bu eğilimini yansıtarak yeniden değişti.

“Bir de ilerleyen yıllarda HSYK’da AKP’nin yaptığı değişiklikler var ki aslına bugün CHP’nin bu başvurusunu da konuşmayı anlamsızlaştırıyor. Şubat 2014’te HSYK Kanunu’nda yaptıkları değişikliklerle Adalet Bakanı’nın kurul üzerindeki etki ve yetkisini genişlettiler. Dolayısıyla, yargıda yürütmenin etkisini arttıran 2010 referandumunda ziyade 2014 değişiklikleri oldu. Bunu yaparken de referandum yapmadılar, meclisten kavga döğüş geçti. 2017 referandumuyla da, seçimleri kaldırılarak, üye sayısını düşürerek, HSYK’nın yapısında 2010 öncesine çok benzer bir duruma gittiler. Ertekin’in de dediği gibi, eğer bu arkadaşlar HSYK’nın 2010’dan evvelki yapısından memnundularsa şimdi de sevinmeleri gerek. AKP, onların istediğini yaptı.”58

2010’da “Hayır” diyenler yanlış yaptığımızı söylüyorlardı. 2013’te Erdoğan, 2010’da yanlış yapıldığını söyledi. 59

Bu mantık yürütmenin sonucu, Erdoğan 2014’te HSYK’yı kendisine bağlamak, 2010’dan önceki haline döndürmek için 2010 referandumunu gündeme getirdi! Ya da hükümet 2010 yılında darbeye zemin hazırlıyor diye kaldırdığı EMASYA protokolünü, 2016 yılında “Terörle mücadelede etkinlik” için yeniden imzaladı.60 “Ermeni soykırımı” kavramını kullanmak 2008’den 2015 yılına kadar özel bir baskı uygulamasıyla karşılaşmıyordu, yasal açıdan serbest değildi ama 301. Madde işletilmiyordu, şimdi “soykırım”dan söz etmek yeniden doğrudan soruşturma açılmasına neden oluyor. Ya da Kürt sorununda zikzaklı politikaları nasıl açıklayacak bu “Yetmez ama evet” eleştirmenleri? Oslo süreci ya da geniş kapsamlı çözüm süreci gibi dönemlerle 2015 yılından beri içinden geçmekte olduğumuz günleri kıyaslayınca, hangisi “Yetmez ama evet” kampanyasının ürünü? Doğrusunu söylemek gerekirse, bu sorunun yanıtı çok açık: Demokratik her hamle, demokratik bir değişimin ifadesi olan “Yetmez ama evet” kampanyasının araladığı kapıdan girmekle alakalı. Hükümet, 2010’da “Yetmez ama evet” kampanyası yapıldığı için otoriterleşmedi, hükümet ve onun liderliği zaten otoriter eğilimlere sahipti. Hükümetin normali, otoriterlik, siyasal iktidarın temerküzü ve demokratik alanın kendi iktidarının selameti için baskılanmasıydı, anormal olan, “Oslo süreci”, “çözüm süreci”, “Yetmez ama evet” süreci gibi demokratik değişime yönelik olarak atılan adımlardı.

Sistematik61 “Yetmez ama evet” düşmanlığının nedenleri çok açık. Bu nedenlerden birincisi, hükümetle ya da ulusalcılarla veyahut da faşistlerle kurdukları çaresiz gönül birlikteliğini maskelemiş oluyorlar. 28 Şubat darbesini desteklediler, 27 Nisan darbesini desteklediler, başörtüsü özgürlüğüne karşı çıktılar, daima özgürlük karşıtı politikaları desteklediler, ulusalcı politikaları desteklediler, Cumhuriyet mitinglerini desteklediler, en azından eleştirmediler, 367 kararını desteklediler, parti kapatmaları, genelkurmayın hükümete muhtıralar vermesini desteklediler, Oslo sürecine karşı çıktılar, darbecilerin yargılanmasına karşı çıktılar, derin devletin foyasının açığa çıkartılması mücadelesinin karşısında durdular. Yetmedi, Kürtlere daima arkalarını döndüler, Ermenilerle dayanışmadılar, çoğu kez hedef tahtasına oturttular, çözüm sürecine karşı çıktılar, 2014 yerel seçimlerinde bas geç dediler, bazıları Ankara’da kendi çıkarttıkları belediye başkan adayını desteklemeyip bir faşisti destekledi, bazıları çok sevdikleri Sırrı Süreyya’ya değil Sarıgül’e basıp geçti, Cumhurbaşkanlığında Demirtaş’a değil Ekmeleddin İhsanoğlu’na oy verdi, Irak Kürdistan referandumuna da karşı çıktılar AKP hükümetiyle çözüm masasına oturulmasına da.62 Bugün bile, sadece dayanışmak için bile olsa Demirtaş’a oy çağrısı yapmak yerine boykot tutumlarını ilan edip, kendi adaylarını öne çıkartıp, örgütçülük oynayıp, bu arada da “Yetmez ama evet” diyenlere sataşmaya devam edecekler.

2010 kampanyamızdan nefret etmelerinin bir nedeni de, solcuların seküler olması gerektiğini düşünürken, “Yetmez ama evet” diyen Marksistlerin dindar insanlarla birlikte kampanya yapması, dindar insanlarla birlikte toplantı yapmaları, başörtüsü özgürlüğü için sokaklara çıkmaları. Onların dindar gördüğü yerde, dindar emekçileri görmemizi asla kabul edemediler. AKP tabanında yer alan işçi sınıfının varlığını ve bu sınıfın son derece politize bir sınıf olduğunu görmezden geldiler. Oysa Türkiye’nin son 15 yılı, AKP’nin sadece onun tabanındaki işçilerin bir bölümü AKP’den koparsa yenilebileceğini gösteriyor. AKP tabanındaki işçilerden mesafelenmek için başlayan yarış, “Yetmez ama evet” kampanyası aktivistlerinin linç edilmesi yarışına dönüştü. Bu yarışta en önde koşanlar, Fethullah Gülen’in okyanus ötesinden “Evet demeliyiz” çağrısı yaptığını ve 2010 değişikliklerinin yargı alanını bu darbeci ekibe altın tepside sunduğunu anlatıyor. Cemaate karşı herkesi daima uyardıklarını söylemeyi ve hükümetin aklının başına ancak 15 Temmuz’da geldiğini söylemeyi eklemeyi de unutmuyorlar kuşkusuz.

Fethullahçılar meselesinde, bu ekibe odaklanan hiç kimse 15 Temmuz’daki gibi bir girişimin elebaşı olabileceklerini düşünmüyordu. Cemaatçilere yönelik sürekli uyarılar, İslamofobik olmalarından kaynaklanıyordu. Üstelik ordu içinde kimsenin ummadığı bir güce ulaşan bu darbecilerin gizli örgütlenmelerinin temel sorumlusu, darbeci ordu geleneğidir. İkinci sorumlusu ise tüm atamaları yapan kurumlardır. Üçüncü sorumluysa, kurmay heyetinin önemli bir bölümünü Fethullahçılar örgütlerken bundan habersiz olan kurmay heyetidir. Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar, darbe girişimi sırasında Genelkurmay’daki eylemlerle ilgili ‘çatı’ davasında ‘katılan’ sıfatıyla ifade verirken, “FETÖ mensubu olan TSK personelinin teşhisi ve tespiti her zaman mümkün olmamıştır. Maiyetimde FETÖ’cü olduğu bilinerek herhangi bir personel istihdam edilmemiştir” dedi.63 Daha da önemlisi Genelkurmay Başkanı bizzat “MİT’e ihbarın büyük bir planın parçası olduğunu düşündük. FETÖ’nün darbeye cüret etmesini kimse beklemiyordu.”64 dediğinde bir gerçeğin altını çiziyor.

HSYK’da belli bir güce sahip olsalar da, muhtemelen Fethullahçı darbecilerin beyin takımı dışındaki hiç kimse yargı ve devlet alanındaki çatışmada “bu kadar ahlaksızca işler yapılacağını” hayal bile edemezdi.

Demokrasi mücadelesi verirken, kimsenin kullanışlı aparatı olduğumuzu düşünmeye gerek yok, darbecilere karşı, cumhuriyetin tabularına karşı harekete geçmişken, devletin karanlık dehlizlerinde süren çarpışmaya göre siyaset tayin etmek sosyalistlerin işi değildir. O, komplo teorileri konusunda uzman olan çeşitli gazetecilerin ilgi alanına girebilir ancak. Sosyalistler niyet de okuyamazlar. Bir değişiklik paketi, hükümet tarafından gündeme hangi niyetle getirildi diye bakmazlar. Hükümetlerin, eğer doğrudan işçi sınıfına yaslanıp onun iktidarı anlamına gelmiyorsa niyetleri ezilenler için hayırlı niyetler olamaz. Önemli olan gündeme gelen değişikliklerin işçi sınıfının bilinç, örgütlenme, düşünce, ifade özgürlükleri açısından olumlu olup olmadığıdır. 2010 referandumuna işçi sınıfının kahır ekseriyet olumlu baktığını biliyoruz. Referandumdan sonra bazı ulusalcı sosyalistler yüzde 42’lik “Hayır!” oylarının solun tabanına tekabül ettiğini ilan etmişlerdi. Oysa referandum sonucu yoksul mahalle ve bölgelerde “evet” oyunu yüksek çıktığını gösteriyordu. Gökhan Özgün’ün dediği gibi, “Asla niyet okumam. Okumayacağım da. Çünkü niyet okuyanın tek bir kısmeti vardır, ömür boyu hiç durmadan niyet okumak. Bundan da, iyi kötü ne bir hayat çıkar ne de bir siyaset.”65

“Yetmez ama evet” niyet okumak yerine mücadeleye girip risk almak isteyenlerin liderliğini yaptığı bir kampanyaydı. Bu kampanyadan birkaç sene sonra Fethullahçıların ortaya saçtığı tapelere, hiç bunları ortaya saçan “Okyanus ötesindeki” darbeci vaizdir demeden sarılan, hükümeti bu tapelerle yıpratmaya çalışanlar, utanmadan, askeri darbelere karşı sokak sokak kampanya örmeye çalışanları karalamaya çalışıyorlar. 66

15 Temmuz gecesi sokaklarda darbeye karşı direnilmesinde, 2000’lerin ortalarından beri verilen demokrasi mücadelesi, işçi mücadelesi, kadın mücadelesi, Gezi direnişi ve 2008’den itibaren de birçok şehirde doğrudan darbe karşıtı gösteriler biçimini alan hareket belirleyici olmuştur.

“Yetmez ama evet” kampanyasına öfkeliler, zira bu kampanya, “değişiklikleri sadece AKP istiyor, tüm toplum bu değişikliklere karşı, bütün sol bu değişiklikleri AKP’nin oyunu olarak görüyor” denilmesini engelledi. Askerlerin yargılanmasının önündeki engelleri kaldırdı.

AKP’nin otoriter eğilimleri mi? “Yetmez ama evet”le hiçbir ilgisi yok, tek ilgisi, “Yetmez ama evet” kampanyasıyla elde edilen demokratik her kazanımdan geri adım atılmasıyla, AKP’nin otoriter eğilimlerinin tırmanmasının doğru orantılı olmasıdır. Gerisi ulusalcı hurafedir.



Enternasyonal Sosyalizm - Mayıs 2018

enternasyonalsosyalizm.org

Dipnotlar:
Odatv aldı internet sitesinin uzun uzun yaptığı araştırmalarla “açığa çıkarttığı” olay, Murat Belge’nin İngiltere’de ders vermek için yaptığı, zaten gizlisi saklısı olmayan bir baş Bu “liberal avcısı” sitenin başlattığı furyaya katılan bir başka site için, bkz. Burada şu garip cümleyle başlıyor haber: “Murat Belge de Türkiye’yi terk eden liberal yazarlar kervanına katılıyor. Genel adlarıyla ‘Yetmez Ama Evet’çiler olarak tanıdığımız güruhtan pek çok isim, Türkiye’nin gericileşmesi ve otoriterleşmesinde gerekli rollerini oynayıp ülkeyi terk ediyor…”
Sezai Temelli HDP’ye Eş Genel Başkan olmasının ardından röportaj yapan muhabir giriş yazısında şunu yazabiliyor: “12 Eylül 2010 referandumunda “Yetmez ama Evet” kampanyasına destek vermesiyle ilgili eleştirileri de yanıtlayan Temelli”.
Oya Baydar’a açık mektup yazan bu yazar özellikle çok övülüyor.
Bu referandumun üzerinden 13 ay geçtiğinde yazılan yazı kaleme alınan ilk, “Yetmez ama evet”çiler öngöremediler iddiasını dillendiren yazılardan birisidir. Böyle yazılar gündeme arka arkaya akın etmişlerdir daha sonra.
http://www.dicom.tr/oya-baydara-mektup/ örneğin Murat Sevinç, kibirli bir üslupla Oya Baydar’ı affettiği yüksek bir mevkiden şunu yazabiliyor: “Derslerde de maddeler üzerinden giderek, değişikliğin yöneldiğini düşündüğüm ‘asıl amacı’ anlatmaya çalışıyordum. Buradaki ‘asıl amaç’ ifadesinin, ‘niyet okuma’yı çağrıştırdığının farkındayım. Doğru, niyet okuyordum ve pek muteber bir tavır değildir bu. Buna mukabil, niyet okumak sık yaptığım bir şey. Çünkü ‘dürüstçe’ ve ‘gerekli’ bir niyet okumanın, kanaat oluşturabilmek için çok gerekli olduğu kanısındayım. Niyet okumaktan kastım, (örneğin bu bir değişiklik hakkındaysa) bir hükmün ‘yalnızca’ lafzından (sözünden) hareketle yorum yapmak yerine, oluşma koşulları ve amacına bakarak değerlendirmek. Aksi halde, bizim alanlara hiç gerek kalmazdı ve her hükmün yüzüne bakılıp ‘iyi’ ya da ‘kötü’ sözcükleriyle yetinilirdi. Oysa bir anayasa (ve hatta yasa) değişikliği, tarihsel yorum yapmadan, değişikliğin her aşaması göz önünde bulundurulmadan ele alınamaz.”
Murat Sevinç bu yazısında yine birçok sekter, yazarın kendi tabiriyle kütük ulusalcıya göre daha açık bir şekilde bunu anlatıyor. Makalede hem referandum öncesi yıllarda yaşanan gelişmelerde askeri darbe güçlerini sert bir şekilde eleştiriyor ve ama şunu eklemeyi tabii ki ihmal etmiyor: “2010 böyle geçti; verilen oylar, yıllar içinde biber gazı ve bolca şiddet olarak döndü bizlere.”
İşin bu kısmında, sorunun entelektüel bir tartışmaya denk düştüğünü sananların yanıldığını hatırlatmak zorundayız. Politik bir kampanya, hiç kuşku yok ki bir dizi eleştiriyi göze alarak yapılır, zaten kendisi de bir dizi eleştirinin üzerinden ilan edili Bu tartışmalar, teorik bir içerik taşısalar ve siyasal demokrasinin alanının genişlemesi mücadelesine katkıda bulunmak için yapılsalar hiçbir sorun yok. Ama genellikle şu türden bir üslup kullandı “Yetmez ama evet”çi avcısı ‘halk dostları’: “…ülke 12 Eylül 2010’da Anayasa Değişikliği referandumuna gitti. Ve 40 Katır, 40 Satır ittifakında Cemaat katırının devlete iyice yerleşme ve dokunulamaz hale gelme hevesleri bu referandumun kabulüyle gerçekleşmeye başladı. ‘Yetmez ama evet’çi kepazeler ağızlarına sürülen bir parmak “darbeciler yargılansın” balını kemirmekle meşgulken.”
bkz.
Kendileri sürekli birilerinin kıymetlisi olmaya çalışanlar, Doğan Tarkan gibi bir devrimciyi, sanki Tarkan başbakana teşekkür etmiş gibi suçlaması, öfkeli bir ruh haliyle ve kendisini abartarak hiçbir siyasi yanını anlamadığı referandum-boykot ilişkisi hakkında keskince ama bütünüyle kof laflar etmesi, bu söylediğim kızgınlığa basit bir örnektir.
http://www.turksolu.com.tr/454/aozsoy454.html Bu deli saçması yazı, esas olarak kendileri de simgeleşmiş “Yetmez ama evet”çi avcıları olan iki nadide halkın dostunun, Soner Yalçın ve Doğu Perinçek’in son dönem “Yetmez ama evet”çiliğini eleştirmek için kaleme alınmış.
Okuyan’dan bir inci: “Ey “yetmez ama evet”çi soytarı.” Sosyalizmi Kemalizm ile soslayan ulusalcı sosyalistten kibar bir açıklama. http://haber.sol.org.tr/yazarlar/kemal-okuyan/yetmez-ama-evet-teroru-83976 Bu yazının başlığı ayrıca komik. Her türlü saldırıya maruz kalan “Yetmez ama evet” kampanyası aktivistleri değilmiş gibi, “yetmez ama evet”çi teröründen söz ediyor. Sağa sola tuvalet kâğıtları atarak fiziki saldırılarda bulunanları hatırlamıyor olabilirler mi?
“Türkiye’nin bu duruma gelmesinde en büyük sorumluluk hiç kuşkusuz Erdoğan liderliğindeki AKP iktidarıdır. Onlara da en büyük desteği, solculukları ve liberallikleri ‘kendilerinden menkul’ (yani kendi kendilerini öyle niteleyen ama aslında öyle olmayan) ‘kullanışlı aptallar’ verdi… Bunlar dinci-mezhepçi çizgide duraklamış bir partiden demokrasi .. Adaleti, siyasal iktidarın emrine veren ‘Yetmez Ama Evet’çiler’… Ve ‘Suriye konusunda savaş kışkırtıcılığı yapan’ zavallılardı.” (Emre Kongar, 12 Mayıs 2016, Cumhuriyet gazetesi)
Ayşe Yıldırım, dokunulmazlıkların kaldırılması sürecinden önce AKP dokunulmazlıkları istediği gibi kaldıramazsa, dokunulmazlıkları kaldırmak için yeni bir anayasa referandumunu gündeme getireceğini, bu anayasa önerisinde seçim barajının kaldırılmasının da yer alacağını ve böylece ikinci bir “Yetmez ama evet” hamlesi yapacağını iddia edi “Yetmez ama evet” düşmanlığı ve bu sloganı aşağılayıcı bir dille kullanma isteği öyle cezbedici bir hale gelmişti ki hükümetin çoktan Ergenekoncuları serbest bırakıp MHP’yle kol kola girdiğini görmeleri bir türlü mümkün olamamıştı.
http://www.turksolu.com.tr/454/aozsoy454.html
http://www.dicom.tr/oya-baydara-mektup/
Şenol Karakaş, AKP’nin iki yüzü, AltÜst, Nisan 2012, sayı 4.
KESK’in gücüne dair vurgular için bkz.
Chris Harman, Peygamber ve İşçi Sınıfı, Antikapitalist broşürler dizisi, sf16.
Sosyalist İşçi, 617. Sayı.
Ergin Yıldızoğlu, Trajik ve yanlış bir sadakat, Cumhuriyet gazete- si, 25 Ocak 2018. CHP’nin Afrin harekâtını desteklemesindeki temel hatayı devletin değişen karakterinin görülmemesinde bu- lan bu yazı, “CHP’nin politikalarına yön veren ahlakı belirleyen sadakatin nesnesi olan devlet artık yoktur!” ve “CHP’yi, 1923 “Cumhuriyet olayı” yarattı. CHP bu ‘olay’a sadakat üzerine ku- rulmuş bir partidi Tarihi, kadroları, bu kadroların benimsediği politikalar hep bu sadakatin ahlakının (kapitalizmin, politik, yasal, kültürel biçimleriyle birlikte inşa etmek, laik Cumhuriye- ti -devleti- bir toplumsal mutabakat üzerinde yaşatmak) ürünü olarak şekillene gelmiştir.” yaklaşımlarıyla eski devletin özellikle laiklik ve cumhuriyet gibi yanlarına yapılan vurgularla eski dev- lete CHP’nin gösterdiği sadakat fazlasıyla meşrulaştırılıyor. Akti- vist milletvekili İlhan Cihaner gibi isimler ise “eski cumhuriyete” yönelik bu analizi pek beğendiklerini gösteriyorlar. Bkz. Oysa CHP’nin tutarlılığında hiçbir sorun yoktur, eskisiyle yenisiyle devlete sadakat içindedir, bazen devletin bütünü bazen de bir kesimidir, bazen kurucusudur. Af- rin harekâtını devlet eski devlettir diye onaylaması neden şimdi CHP’yi sorunun bir parçası yapsın ki! Bu CHP’nin onayladığı ya da kurguladığı ilk askeri harekât değildir ki.
“Laiklik için dindarlara karşı mücadeleye çağrıda bulunmak, işçi sınıfını böler, sınıf hareketini uzun yıllar toparlanamayacağı bir çıkmaza sokar. 28 Şubat sonrası yaşanan laik-dindar kutuplaşması işçi hareketinin 1999 ve 2001 krizleri kadar ağır kriz dönemlerinde bile etkisiz kalmasına yol açmıştı. Sonrasında aynı işçi sınıfı AKP gibi neoliberal kapitalist bir partiye ısrarla oy vermeye devam etti. Laik-dindar kutuplaşmasının, islamofobinin en azından son 15 yıldır işçi sınıfı içinde yarattığı bölünmeyi görmek gerekir. Bu po- litikada ısrar, uzun bir dönem daha işçi sınıfının etkisizleşmesine yol açacaktır. 28 Şubat’tan beri işçi sınıfının başındaki en büyük bela budur.” Bu yazıdaki yaklaşım 28 Şubat’tan sonra ne yazık ki sendika tabanlarında ve sol içinde çoğunluğu kazanamadı, sendi-ka liderliklerini hiç saymıyorum bile.
İsmet Berkan, Asker Bize İktidarı Verir Mi?, Everest Yayınları, 2011. Kitap, 28 Şubat darbecilerinin AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılından sonra, darbeyi tamamlamak için kolları sıvadığını örnekleriyle anlatıyor.
Fethullahçı darbecilerin geleneksel darbecilerin soruşturmaların- da oynadığı rol, delillerle oynamaları, yargılamalardaki usulsüzlükler 28 Şubat darbecilerinin AKP’yi devirmek için harekete geçtiği gerçeğini değiştirmiyor.
Bu son vurgu, yani AKP’nin egemen sınıfın programını hayata geçirmeye çalışan bir burjuva partisi olduğunun vurgulanması, AKP’yi değişik kodlamalarla tanımlamaya çalışanlara asla yeter- li gelmedi. ‘Özel ajandası olan, özel bir parti, bir pasif devrim gerçekleştiren ve kendi organik aydınlarını yaratarak devleti ele geçiren bir parti olarak AKP’ analizi özünde sabit kaldı. 2016’da ilan edilen OHAL şartlarının bu analizi doğruladığını sananlar, yanılıyor. 2002’den bugünlere hayat ne dünyada ne de Türkiye’de doğrusal bir çizgi izlemedi.
“Bütün Bu nedenlerle Başsavcılığımız, laiklik ilkesine aykırı eylemlerin odağı haline geldiği için Refah Partisi hakkındaki kapatma istemini, Anayasamızın 69’ncu maddesinin altıncı fıkrası yollamasıyla 68’nci maddenin dördüncü fıkrasına dayanarak yapmıştır.” Refah Partisi’nin kapatılması için açılan davanın iddianamesinden
Alper Görmüş, Darbe Günlükleri Tam Metin-İmaj ve Hakikat: Bir Kuvvet Komutanının Kaleminden Türk Ordusu, Etkileşim Yayınları,
Alper Görmüş, a.g.e, 192.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder