Translate

27 Eylül 2020 Pazar

Diktatörlük Sendromu

Ala El-Aswani, Mısır’ın önemli yazarlarından biri. Batı’da, daha çok edebiyat yapıtlarıyla, özellikle ikinci romanı Chicago ile tanınıyor. Arap dünyasında ve Türkiye’de ise esas olarak Yakupyan Apartmanı'yla tanınıyor. Aswani ayrıca 2000’lerin ortasında Mübarek'e karşı serbest seçimler, temiz toplum, demokrasi talep eden Kefaya partisinin kurucularından. Bu, Mübarek'e karşı muhalefette İslâmcı olmayan en önemli siyasal hareketlerden biri idi. 2011’de Tahrir ayaklanması sırasında da Aswani ön saflarda idi. Şimdi kitapları Mısır’da yasak. Ama Aswani hem Mısır hem de Ortadoğu’daki siyasi gelişmeleri yakından izlemeye ve bu coğrafyada baş gösteren diktatörlük semptomları üzerine düşünmeye devam ediyor.

Aswani’nin büyük bölümünü Mısır’da yazıp çantasında diş macunu ile tıraş kremi arasına saklayarak ülkeden çıkarttığı Diktatörlük Sendromu 2019’da İngilizceye çevrildi.[1]  Aswani bu kitabında diktatörlüğü halkları pençesine alan bir hastalık olarak teşhis ettikten sonra diktatörlüğün semptomlarını bir bir tetkik ediyor: Tetkik büyük ölçüde, Ortadoğu ve Afrika ile, gelişkin bir demokrasi geleneği oluşturamamış toplumlarla sınırlı. Türkiye, Almanya, İtalya gibi demokrasiden diktatörlüğe geçiş örnekleri Aswani’nin radarına girmiyor. Buna rağmen saptadığı semptomlar 2020 Türkiye’si ile kimi benzerlikler taşıyor. Üç semptom üzerinden bu benzerliklerden söz edebiliriz.

Diktatörlüğün ilk semptomu “iyi vatandaş”ın ortaya çıkışı. Diktatörün toplumda yarattığı korku bariyerinin doğallaşması sonucu suya sabuna dokunmayan “iyi vatandaş” tipi gitgide yaygınlaşıyor. İyi vatandaş tüm hayatı işi ve ailesinden ibaret olan, korkak ve sıradan insan. Siyasî değişimin doğurabileceği belirsizliğe karşılık o daima “istikrar”ı tercih ediyor. Çevresindeki haksızlık ve adaletsizliğe rağmen kendi hayatının normal akışında devam etmesini istiyor. Sarsılmaz kronik itaatiyle varolurken ülkede yapılan her şeyin diktatörün kontrolünde olduğunu, herhangi bir şeyi değiştirmeye kalktığında kendisi ve ailesinin başına büyük felaketler geleceğini biliyor – cezaevi, işkence, hatta ölüm. Bu yüzden kendi güvenli mikro-kozmosunda şüphe çekmeden yaşamayı tercih ediyor. Çocuğunu kazançlı bir işe sokabildiğinde mutlu oluyor. Yeni bir anayasa talebinden ziyade cinsel gücü arttırıcı yeni bir ilacın piyasaya sürülmesi onu heyecanlandırıyor. Gerektiğinde diktatörün zulmüne ortak olabiliyor. İyi vatandaş akıllı birisinin demokrasi ve özgürlük gibi içeriği belirsiz kavramlar uğruna meslek hayatını riske atabileceğine, cezaevini ve işkenceyi göze alabileceğine inanmadığı için devrimcileri, demokratları ahmak yerine koyuyor. Bu dört dörtlük sinik tip diktatörlüğün normalleşme aşamalarından birini temsil ediyor.

Diktatörlüğün ikinci semptomu ise komplo teorisi. Modern çağda komplo teorileri alanındaki başyapıtın Siyon Büyüklerinin Protokolleri olduğu söylenebilir. Bu düzmece metin, Çar II. Nikolay’ın gizli polis teşkilatı tarafından komünistlere karşı mücadelede anti-Semitist duyguları seferber etmek için yazılmıştı. En basit kavrayış düzeyine sahip birinin dahi düzmece olduğunu kolaylıkla anlayabileceği bu metin ne kadar ilkel ve banal da olsa Nazi öncesi Almanya’da bir kuşağı etkilemiş, Hitler’in iktidar olmasıyla birlikte iyice popülerleşmişti. 1930’lar ve 40’larda Bolşevik-Yahudi ortak komplosundan söz ettiği birçok konuşmasında Hitler bu metne doğrudan atıflar yapmıştır. Aswani, Arap dünyasında da Protokoller’in hâlâ gerçek bir metin gibi görüldüğünü ve bilgi yarışmalarında genel kültür sorusu olarak sorulduğunu anlatıyor.

Böyle uydurma ve çöp metinlerin bu kadar hızla yayılması komplo teorilerinin toplumsal anlamını küçümsememek, etki kabiliyetlerini yabana atmamak gerektiğini gösteriyor. Komplo teorileri diktatörlüklerde ikili bir işlev üstlenip bir yandan liderin karizmasını pekiştirirken öte yandan halkın varolan sıkıntıları bir komploya bağlayıp çaresizlik hissinden kurtulmasını sağlıyor.

Rejimin işleyişinde bir güvenlik supabı olan komplo teorileri sayesinde ilkin olayların kendi doğal seyrinde gerçekleşmek yerine gizlice tasarlanmış bir komplonun sonuçları olduğu telkin ediliyor. Bu varsayım bir diktatörün düşünce tarzına gayet uygun zira diktatör kendisinin herhangi bir yanlış yapabileceğini, ortaya çıkan olumsuzlukların ondan kaynaklanmış olabileceğini asla kabul etmez. Komplo teorilerinin yayılıp korku ikliminin yaratılması, gerçekten büyük bir komplonun hazırlandığı ve ülkenin çok yakında kaosa ve iç savaşa sürükleneceği hissinin yerleştirilmesi, “iyi vatandaş”ı koruyucu liderine daha sıkı bağlıyor. Babacan çoban ile evlat sürüsü arasındaki iletişim komplo teorisiyle sağlanıyor.

Komplo teorileri aynı zamanda diktatöre demokrasiyi sürekli erteleme imkânı veriyor. Hiçbir diktatör otokrat veya baskıcı olduğunu kabul etmez. Diktatörler genellikle ülkenin geçtiği zor koşullardan, “beka kavgaları”ndan bahsedip demokrasinin gerçekleşmesinin önündeki temel engel olarak bunu gösterirler. Komplo boşa çıkartılıp komplocular yenildikten sonra diktatör sahneden çekilecek ve gerçek bir demokratik rekabete izin verilecektir. Ne var ki komplocular anavatana saldırmak maksadıyla pusuda bekledikleri için bu şimdilik mümkün değildir. Ülke, büyük bir tehlikeyle karşı karşıya olduğundan, diktatör “olağanüstü tedbirler” almak zorundadır. Komplocu mantık olağanüstü tedbirlerin tanımını alabildiğine belirsiz bırakıp korku atmosferinin toplumun tüm katmanlarına yayılmasını ister. Böylece kolektif akıl komplo teorileriyle bulandırılırken gerçekliğin temel referansları ortadan kaybolur.

Komplo teorisi diktatörün bekasında faydalı bir araç olduğu gibi “iyi vatandaş”ın da işine gelir. İyi vatandaş komplocu düşünce sayesinde kendi hatalarını kabul etmek yerine başkalarını suçlama imkânına kavuşur. Güncel olayları büyük bir komplonun parçası olarak yorumlamak konforlu bir varoluş tarzına dönüşür.

Aswani’nin izini sürdüğü üçüncü diktatörlük semptomu ise “faşist zihniyet”in yayılması. Aswani bu bağlamda bir rejimin yapısal olarak faşist özellikler sergilemesinden ziyade tekçi bir iktidarın gündelik hayatta faşizan uygulamalara yönelmesini kastediyor. Dikta rejimlerinde halkın tek bir görüş ve vizyon etrafında birleşmesi istenirken “herkes için geçerli tek görüş” toplumsal bir dayatma haline geliyor. Tek görüş, tek vizyon dayatmasında uç örnekleri 20. yüzyılda Nazi Almanyası ve Stalin Rusyası vermişti: Nazi Öğrenci Birliği’nin 10 Mayıs 1933’te Berlin’de düzenlediği törende 25 bin kitap yakılmış; Stalin Rusyası’nda “yeni Sovyet insanı”nı yaratmak için yazarlar ve sinemacılardan resmî sosyalist fikirleri ifade etmeleri istenmişti.

21. yüzyılda ise diktatörler öncelikle kitaplar veya sinemayla değil medyayla meşguller. Tüm medya kuruluşlarının bir çırpıda (Nasır’ın Mısır’ı) ya da zamanla (Erdoğan’ın Türkiyesi) ele geçirilip bağımsız haber kaynaklarının ortadan kaldırılması; sosyal medya platformlarının kontrol ya da bloke edilmesi; gazetecilerin hapse atılıp muhalif seslerin susturulması öncelikli hedef. “Post-truth” çağının alternatif gerçekliği sayesinde diktatörler medya kanalıyla kitleleri kendi kahramanlıklarına inandırabileceklerini; yanlış politikaları ve baskıcı uygulamalarından dolayı yaşanan ciddi sorunların görünmez kılınabileceğini hesaplıyorlar – bu hesap birçok toplumda tutuyor da.

Aswani’in çağdaş diktatörlüklerle ilgili analizi epey karamsar. Aswani, eğitim, kültür ve medya alanında tüm kontrolü elinde tutan diktatörün sonunda istediğini elde edeceğini ve sürekli beyni yıkanan kitlelerin her şeyi diktatörün istediği gibi gören yeni nesiller yetiştireceğini; toplumun güçlü liderin iradesine boyun eğmek dışında hiçbir şey bilmeyen, hiçbir farklı düşünce ifade edemeyen bir yığına dönüşeceğini düşünüyor.

Bu düşüncesini “faşizan zihniyet”i toplumun tüm katmanlarını saran bir mikrop gibi kavrayan bir hastalık terminolojisiyle ifade ediyor. Diktatörlük olgusunun tıptan önce “beşeriyat”ın konusu olması bir yana, tıpta da bir hastalık tetkik edilirken hastalığın doğasının anlaşılabilmesi için sağlıklı dokudan alınan örneklerle hastalıklı dokudan alınan örnekler karşılaştırılır. Hastalıklı doku kendi başına tüm tabloyu göstermez. Aswani’nin “tetkik”inde Mısır gibi ülkelerde toplumsal dokunun kolaylıkla tahrip olmasından kaynaklı anlaşılır bir karamsarlık ve bunun verdiği bir yılgınlık sözkonusu. Ancak toplumda her zaman –Aswani’nin terminolojisiyle söylersek– hastalıklı dokuyla sağlıklı doku yan yana varolduğu için diktatörlük semptomlarını üreten toplumun aynı hastalığın panzehrini de üretebileceği unutulmamalı.

Aswani’nin kitabında saptanan diktatörlük semptomları bugün Mısır ve Türkiye gibi ülkelerde tüm çıplaklığıyla gözleniyor. Bunun yarattığı karamsarlıktan kurtulup yeni demokratik mücadele yolları bulmanın zamanı çoktandır geldi.


1 The Dictatorship Syndrome, Haus Publishing, 2019.



23 Eylül 2020 Çarşamba

Rövanşizm

"Kestirme ve keskin söylersek: Türkiye’nin siyasî tarihinde rövanş, sağın olayıdır."

Tanıl Bora

CHP genel sekreteri Selin Sayek Böke'nin kayırma ekonomisiyle semirtilmiş bazı firmaların tasarrufundaki projelerin kamulaştırılacağını söylemesi, rövanşizm suçlamasına vesile olmuştu. Geçen hafta Meclis’te CHP genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu da bu sermaye gruplarıyla ilgili kamulaştırma hedefini zikrederken, “kamulaştırma yapacağız ama kin ve intikam duygusuyla hareket etmeyeceğiz” şerhini düştü. CHP’li büyükşehir belediye başkanları, geçmiş dönemlerin yolsuzluklarının üzerine giderken, intikam amacıyla hareket etmediklerini vurguluyorlar.

Birçok analist, geniş bir muhafazakâr seçmen kitlesinin Adalet ve Kalkınma Partisi’ni kerhen veya çarnaçar desteklemeye devam etmesinde rövanşizm endişesinin temel etken olduğunu söylüyor. Eh, AKP yönetimi de bu tehdit algısını memnuniyetle besleyip büyütüyor. Bir “gidecek” olurlarsa, 28 Şubat’ın bin beterinin sökün edeceği bir rövanş korkusu…

Muhalefet de, en ‘sembolik’ işaret olarak, kimsenin başını örtüp örtmediğine karışılmayacağını tekrarlayarak, rövanş endişesini teskine çalışıyor.

***

Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının kendisinin, -özellikle mevkiini tahkim ettikten, özellikle de o tahkimat bir evham kalesine dönüştükten sonra-, rövanşist bir siyaset izlediğine dair, bol bol ‘âcil ve yakın’  şikâyet var. Ergenekon, Balyoz davalarında 28 Şubat’ın rövanşını alma saikiyle davrandığını, birçokları dile getirmişti. Sadece 28 Şubat’ın falan değil, tümüyle “cumhuriyetin,” yani tek parti döneminin rövanşının alındığını düşünenler az değil. İktidar sözcü ve destekçilerinin, bu kanaati doğrulayan tavır ve beyanları da hiç az değil. Her türlü musibetin yegâne kaynağı olarak döne döne tek parti devrini hatırlatan bir retrospektif teyakkuzu, kronik bir rövanş arzusunu alesta tutuyor.

HDP’ye yönelik takibat, “barış süreci”nin uzun bir rövanşı mahiyetinde. Osman Kavala, Gezi ve Selahattin Demirtaş davalarının safahatına ve müsaadeye mazhar medyasındaki temsiline bakanlar, rövanş ruhunu hissediyorlar.

İntikam için “soğuk yenen yemektir” deyimi var ya, meşhur. Bu iktidarınki, 7/24 açık soğuk büfesi, adeta.

***

Kestirme ve keskin söylersek: Türkiye’nin siyasî tarihinde rövanş, sağın olayıdır.

Demokrat Parti’nin siyasî mağduru olduğu 27 Mayıs darbesi, Yassıada duruşmaları ve üç idam, -siyasî günahtır, hukuk skandalıdır ve her idam gibi insanlık suçudur-, sağ için kendisine karşı işlenmiş bir rövanşizmin tükenmez pınarı işlevini gördü. Sağ, buradan kendi rövanşizmi için meşruiyet devşirdi - hâlâ bile devşirir. 12 Mart darbesinden sonra infaz edilen üç idam cezasının, sağ siyasetin gönül dünyasında, Yassıada idamlarının simgesel rövanşı olarak ‘kutlanmış’ olduğu, çok konuşulmuştur.

Asıl, rövanşizmin söylemsel devamlılığı üzerinde duracağım. Sancaktarı, Necip Fazıl’dır. Necip Fazıl’ın siyasî mesaisinin önemli bir kısmını, 1950’lerde Menderes’e, ’60’larda ve ’70’lerde Demirel’e, tek parti devrinin intikamını almak üzere CHP’nin canına okuma telkininde bulunmak işgal etmiştir. Canına okumak, itidalli bir tarif olabilir. O, “nasıl Hitler hareketinin arkasından Yahudiler…  kendilerine hiçbir hayat hakkı bulamadılarsa” diye koyuyordu ölçüyü. Menderes’in misyonunu, “seni fareden intikam alman için seçen milletin iradesine tercüman olarak, veba sıçanını kanun yoluyla gebertmektir” diye tanımlıyordu.[1] ’70’lerde kullandığı teşbihler de daha narin değildir:  “kökünden kazınması…”;  “Halk Partisi uru bu vatanın ciğerinden nasıl sökülebilir?”; “muhalefetteki iki canlı partinin (AP ve MHP) bütün canlarını tek mihrakta toplayıp CHP üzerine bir ölüm ışığı yöneltmek ve onun sahte canını yok etmek…”[2]

Necip Fazıl  rövanşizmi, yani acımasızca, gaddarâne intikam almaktan sakınmamayı, “ya ol ya öl!” düsturuyla özetlediği beka meselesinin kalbi olarak görüyordu. Menderes’in zevalini, rövanşist olamamasıyla açıklıyordu. Konferanslarından birinde söylediği aktarılan “Yâ müntâkim[3]! Bizi intikamına memur et!” sözü, geçtiğimiz yıllarda AKP örgütleri ve savunucularınca tutkuyla kullanılmıştır. Özetle, Necip Fazıl’da rövanşizm, siyasî pathos ve ethos unsurudur. Hem coşku verir, hem davasında kararlı ve “samimî” olmanın ölçüsüdür. Necip Fazıl’ın, Millî Görüş ‘bazlı’ kadroların siyasî sosyalleşmesindeki derin etkisini zikretmeye gerek görmüyorum.

***

Ülkücü-milliyetçi muhitlerde, eski usul sloganlardan modern sosyal medya paylaşımlarına, “Kana kan intikam” lâfzının dua gibi tekrar edildiği malûmdur. (Evveliyatında, “kinimiz dinimizdir” şiârı var.) Ülkücü-milliyetçi gösterilerde, standart “ülkücü yemini”nden uyarlanan, ayrıca bazı polis okullarında da okutulduğu ortaya çıkan sözleri, sürekli intikama, adeta varoluşsal anlam taşıyan intikama bağlanır: “İntikam! İntikam! İntikam daim olsun.”[4]

***

Halit Narin’in ünlü sözünü unutmayalım. Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu başkanının 12 Eylül darbesinden hemen sonra sarf ettiği o “Hep işçiler güldü, şimdi gülme sırası bizde” sözü, arzulu bir rövanşizmin ifadesiydi. Halis sınıfsal rövanşizm. O gün bu gündür gülerler.

***

Türkiye’de rövanşizmden söz edilecekse, önce buralara bakmak lâzım. Mevcut iktidarın bir âhirine dair bir tartışmaya girmezden önce, çok önce, rövanşizmin, Türk sağının yapısal bir ‘olayı’ olduğunu, onun siyasî ethos’unun bir yapıtaşı olduğunu unutmamak gerekir.

***

Yazının Tamamı