Translate

19 Kasım 2019 Salı

Her kadının kendi gücünün farkına varması gerekiyor

Emine Ebru ile söyleşi:

-Son Gemi okurlarına kendinizden ve “La Frida” adlı biyografik romanınızdan bahseder misiniz? Okuru neler bekliyor?
-Çocukluğu hayaller kurarak geçen biriyim öncelikle; akranlarımdan farklı değildim ama farklı düşünürdüm. Bunu kimseye belli etmezdim. Daha çok okur, daha çok oynar, daha çok gezerdim. Her şeyin normali bana az gelirdi, yorulana kadar, bayılana kadar, gücümün son damlasına kadar yaşardım her şeyi. Küçüklüğüm pek çok şehirde geçti, okuma alışkanlığını ailemden kazandım, özellikle babamdan. Kütüphanede çalıştım, buğday ambarına düşen aç tavuk gibiydim orada. Okumak yetmiyordu artık, yazmalıydım. Çok okudum, çok yazdım ama hala istediğim gibi yazamıyorum.
La Frida, Freud ve Thoreau’dan sonraki üçüncü biyografi kitabım. Fakat bu daha farklı, okurun kendini Frida Kahlo’nun hayatının içine yerleştiren, onun acılarına ortak eden bir yapısı var, derleme, araştırma ve belgelere dayanan bilgilerden öte empati yapabileceğiniz duygulara ve anlatıya sahip.
-Aşk, acı ve resim üçgeni ile duyguları arasında gidip gelen bir kadın aslında Frida. Peki Frida, sanatı, acısı ve sonsuz aşkı Diego olmasaydı yine de Frida olabilir miydi?
Bence Frida doğuştan isyankar, aşık, duygusal bir yapıya sahipti. Bu onun genlerinde var, öğrenmeye duyduğu açlığı fark eden ve bunu destekleyen babasıyla, annesinin katı tutumu arasında kalması, hayatının geri kalanında onu derinden etkiledi. Acıyla altı yaşındayken tanıştı, ilk gençlik yıllarında geçirdiği kaza sonucunda uzun süre yatağa bağlı kalması onu resim yapmaya itti. Yataktan çıkacak kadar kendini güçlü hissettiğinde ise resimlerini alıp daha önce okulunda görerek hayranlık duyduğu Diego’ya koştu. Diego, onun yeteneğine hayran kalarak o kadar yüreklendirdi ki, sanırım Diego olmasaydı Frida bu kadar ünlü bir ressam olmazdı, belki de devrimci yanı öne geçerdi ve onu günümüzde yine biliyor, konuşuyor olurduk.
-“Bir kadın ardı sıra gelen büyük acılarla nasıl baş edebilir?”i yaşamıyla anlatan nadir örneklerden sadece biridir Frida. Onda öne çıkan bu özellikler üzerinden kadın söylemi ve acılara, engellere Frida gibi büyük bir direnişle göğüs geren günümüz kadınları için neler söylemek istersiniz?
Kadın güçlü bir varlıktır, her şeyden önce duygularıyla hareket etmeleri onları güçlü kılar. Acılarıyla başa çıkmasını bilir, her kadının kendi gücünün farkına varması gerekiyor. Erkek egemen bir toplumda yaşadığımızı varsayarsak kadın olmanın zorluklarını anlayabiliriz. Kendisiyle yüzleşen ve kendi değerini bilen bir kadının bu zorlukları çoktan aştığını da görebiliriz.
Frida’nın kendine duyduğu öz saygısından yola çıkarak tüm kadınların bilmesi gereken şeylerden biri de kendilerine acımaktan vazgeçmeleridir. Bu, gücün ve gururun yansıması gibidir. Frida, resimlerinde ideal ölçülere sahip çekici ve güzel kadın tipi yaratmamıştır. Aksine kalın kaşlarını, yüz kıllarını ve bazı resimlerinde ise erkeksi duruşunu öne çıkarmıştır. Tek dostunun yine kendisi olduğu gerçeğini resmetmiştir. İç dünyasında fırtınalar koptuğu halde metanet havasının sezildiği tablolarıyla tüm dünya kadınlarına örnek olmuştır.
-Frida’nın biyografisi bana acımızı ve öfkemizi yazarak yahut çizerek dışa vurmayı öğretti. Bence Frida, bir kadının eğer isterse her şeyin üstesinden gelebileceğinin en büyük örneklerinden biri. Böyle güçlü bir kadının biyografisini yazmış olmak size neler hissettiriyor?
Frida hakkında yazılmış, çizilmiş, konuşulmuş bunca şey varken neden Frida diye sormadan, sorgulamadan, büyük bir heyecanla yazdığım bir biyografiydi. Hakkında kitaplar okudum, belgesel ve filmini izledim, araştırmalar yaptım, pek çok makale taradım. Resimlerini uzun uzun inceledim, fotoğraflarına bakmaktan kendimi alamadım. Onun yerinde olsam ne yapardım diye düşündüm, o kadar acıya dayanabilir miydim? Sadece bedeninin acımadığı, ruhunun da sürekli kanadığı bu kadın tüm olumsuzluklara rağmen kendine nefes alma alanları yaratıyordu. Yaşama sıkı sıkıya bağlanıyordu. En ufacık bir sıkıntıda kendimizi düşmekten alıkoyamadığımız anları düşünerek utandım. Eksik ve yetersiz hissettim, neden Frida olduğunu, neden bu kadar hayran olunduğunu anladım. Onunla çıktığım bu yolculuktan hem çok şey öğrendim hem büyük keyif aldım.
-Şimdilerde bir moda ikonu olarak da karşımıza çıkan Kahlo’nun popülerliği hakkında ne düşünüyorsunuz? Popüler oluşu hayatının önüne geçebilir mi? Ondan bize neler getirip neler götürmektedir?
Frida Kahlo’nun metalaştırılması hızlı ve acımasız oldu. Ölümünden sonra popülerlik kazanan sanatçılar arasına girdi. Çoraplardan çantalara kadar her yerde yüzünün basılı olduğu eşyalar üretildi. Kapitalist rejimin dayattığı bir pazarlama aracı olarak kullanıldı. Halbuki o kapitalizmden nefret eden ateşli bir devrimciydi. Frida’yı sadece imajı, görüntüsü üzerinden konuşmak ona yapılan en büyük haksızlık gibi geliyor bana. Onu, o yapan her şeyi zayıflatıyor. Frida’yı ikon yapan şey sıradışı giyimi, kalın kaşları, cinsel tercihleri olmamalı, onun kırılganlığı, cesareti ve sağlam ahlakının yanında hafif kalıyor çünkü.
-Büyük aşık Frida’yı önemli kılan birçok nitelik sıralanabilir. Peki sizin gözünüzde Frida’da öne çıkan ve onu Frida yapan özelliği nedir?
Frida, hayatımızı aşkın acısıyla yaşamanın mümkün olduğunu öğretmiştir. Diego ile olan alışılmadık ve tutkulu ilişkisi tüm çalkantılara rağmen ölene kadar devam etmiştir. Çektiği acıya karşılık sevmekten vazgeçmemiştir, ne kendini ne Diego’yu. Onu Frida yapan özelliklerden biri budur; çok sevmesi. Dünyayı sevgi kurtaracak sözünün en güzel örneğidir.
-Frida bence öncesiz ve sonrasız bir sanatçı. Onun sanatının karşılık bulmadığı bir dönemin olmadığını düşünüyorum. Zira Frida, yaşadığı dönemle beraber geçmişin de geleceğin de aşkını, sancısını, duygu yüklerini sanatıyla kapsamıştır. Dolayısıyla sanatının zamansız olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Bu bağlamda günümüz dünyasında yaşayan biri olarak siz Frida’nın hangi eserinde kendinizden bir parça buldunuz?
Frida, yaptığı resimlerin sürrealist olmadığını, kendi gerçekliğini resmettiğini söylemiştir. Yaptığı resimlerde kendi biyografisine, anı defterine rastlayabiliriz aslında. Onun eserlerini anlamak için hayatına bakmamız gerekir. Frida, büyük aşkı Diego ile boşandıktan sonra yaptığı “İki Frida” adlı tablosunda iki yönünü birbirine bağlı olarak çizmiştir. Biri Diego’nun en sevdiği hali, diğeri ise elinde yarılmış bir kalp tutarak Diego’nun terk ettiği hali. Arka plana yaptığı bulutlu hava görünümü insana huzursuzluk veren bir duruma sahip. Bu karmaşayı, bu ikilemi iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Sürreal özelliklere sahip bu tablonun aslında onun yaşadıklarından ortaya çıktığını bildiğinizde ise hayranlığınız daha da artıyor. Ben en çok bu tablosunu seviyorum. Sanırım benim de iki tarafımdan özellikler taşıdığı için.
-Sizi Frida’nın biyografisini yazmaya iten şey nedir? Neden Frida?
Bundan önce yazdığım biyografilerin ilkinde Freud’la psikanalizin etrafında dolanmış, Henry David Thoreau ile Walden Gölü’nde inzivaya çekilerek sistemin zulmettiği acılar karşısında özgürlük arayışına girmiştik. Frida bambaşkaydı. Son derece güçlü, ilham verici bu kadının yaşamının içine girmek onu anlayabilmek adına çıktığım bu yol öncelikle yayıncımın düşüncesiydi. Zaten kendisi bana yolu gösterir, o yolu ben tek başıma göğüslerim, yolun sonunda ortaya çıkan şeyin de içimize sinmesi gerekir.
Beni heyecanlandıran tarafı ise Frida’nın yol boyunca neler öğrettiğiyle ilgiliydi. Yaşadığı hayatın zorluğuna rağmen her şeyin üstesinden cesurca gelmesi, bu arada aşkına, sanatına sahip çıkması, kuralları yıkan zevkleri ve sıradışılığıyla etrafında bu kadar hayran biriktirmesi oldukça doğaldır. Zira böylesi tarihte nadir görülür.
-Frida Kahlo kitaplarına baktığımızda sizin yazdığınız kitabın diğerlerinden farkı nedir?
Bir kadın olarak Frida’yı anlamak ve onun duyguları üzerinden giderek yazmaya çalıştım öncelikle. Yaşamına dair teorik bilgilerden öte neler hissettiğini, nasıl mücadele ettiğini, aşkını, acısını, sanatını vermeye çabaladım; yaptığı resimleri inceleyerek anlatmak istediklerini yazmam gerektiğini düşündüm. Düşünmeye, üretmeye, ayakta durmaya, ilham almaya, başarmaya, acılarla baş etmeye, yaşama bağlı kalmaya iten bu kadının hayatını bir kez daha gözler önüne sermek istedim naçizane. Fakat ne yazılırsa yazılsın Frida için az olacaktır. Onu her haliyle anlamaya yetmeyecektir.
-Sayenizde Frida Kahlo’yu her yönüyle bir kez daha yaşatmanın sevincini yaşıyoruz. Bu güzel sohbetimiz adına teşekkürlerimizi sunarız.   

Söyleşi: Kübra Yüca    (songemidergisi.com)



18 Kasım 2019 Pazartesi

Kemalizm yeniden şahlanırken

Muhalefeti ve iktidarıyla, sağıyla ve soluyla hemen her kesim Atatürk’ü sahiplenmede birbiriyle yarışıyor. Resmi törenlere sivil katılım artıyor. Devlet kuruluşlarının ve özel şirketlerin reklam kampanyalarında muazzam bir Kemalizm güzellemesi yapılıyor. Anıtkabir’e kitleler sel halinde akıyor. Sosyal medyada Atatürk’ün sözleri ve görselleri her tarafı kaplıyor. Dış görünüşü Atatürk’e benzeyen bir şahsa “Paşa” muamelesi yapılıyor ve insanlar ona sarılıp geçmişe duydukları hasreti dile getiriyor.

Evet, Kemalizmin bu ülkede her daim geçer akçe olduğuna şüphe yok. Lâkin bugünlerde hangi parametreye bakılırsa bakılsın Kemalizmin şaha kalktığı görülebilir. Göz gözü görmüyor ve aykırı ya da aykırı olması muhtemel her ses Kemalist sloganlarla bastırılıyor. Tozun dumana karıştığı bir vasatta sakin bir şekilde konuşmak güç ama yine de Kemalizmin düşünsel temellerini tartışmak faydalı olabilir.

Milliyetçilik ve laiklik

Kemalizm iki temel ilke üzerine inşa edilmiştir: Milliyetçilik ve laiklik. Milliyetçiliğin gayesi, Osmanlı İmparatorluğunun bakiyesi olan ve tabiatı gereği çok sayıda farklılığı içeren bir coğrafyada tek bir (Türk) kimliğe dayalı bir ulus-devlet yaratmaktı. Laiklikten murat edilen ise, gerilemenin müsebbibi olarak görülen dinin kamusal ağırlığını azaltmaktı. Hedef bellenen çağdaş uygarlığa ancak bu yolla varılabilirdi.

Cumhuriyetin kurucu kadrosu, toplumsal hayatın her alanını bu kodlar dâhilinde tanzim etmeye soyundu. Siyasetten kültüre, bilimden spora, eğitimden sanata kadar bütün sahalar, milliyetçi ve laikçi umdeler doğrultusunda biçimlendirilmeye çalışıldı. Özelikle Cumhuriyetin ilânından 1950’ye kadar geçen sürede, Kemalist proje, örgütlü bir muhalefete izin vermeden, sert bir şekilde uygulandı. Projenin kesin hatlarla belirlenmiş bir çerçevesi vardı; bunun dışına çıkan bireyler ve gruplar dışlandı ve ağır baskılara maruz kaldı.

Kendisine çizdiği hedefler gözetildiğinde Kemalizmin önemli “kazanım”lara imza attığı teslim edilmelidir. Örneğin yüzyıllardır bu toprakların sakinlerinden olan gayrimüslimler tasfiye edildi; varlıkları rejim için “tehlike” arz etmeyecek bir seviyeye indirildi. Dindar-muhafazakâr kitleler uzunca bir süre iktidardan uzak tutuldu. Etnik olarak Türk olmayan birçok Müslüman grup ise Türklük dairesinin içine alındı. En büyük tehdit olarak görülen Kürtlerin bir kısmı sistemin içine çekildi, sistem dışında kalanların talepleri ise bastırıldı.

“Cumhuriyetin en muhkem ezberi”

Cumhuriyetçi söylemde, Cumhuriyetin bu şekilde demokrasiyi paranteze alarak kurulmasının bir zorunluluk olduğu ifade edilir. Gerek ülkenin tarihsel arka planının, insani ve iktisadi kalkınmışlık düzeyinin ve gerekse o vakitler Avrupa’da esen sert totaliter rüzgârların, demokrasiyi imkânsız kıldığı belirtilir.

Oysa bu, Alper Görmüş’ün ifadesiyle, “Cumhuriyetin en muhkem ezberidir.” Tarihi olgular, demokrasisiz bir Cumhuriyeti meşrulaştırmak için ileri sürülen her iki argümanı da doğrulamaz. Çünkü hem Osmanlı, kısa süreli de olsa parlamentarizmi ve çoğulculuğu içeren bir modernleşme süreci yaşadı. Hem de Cumhuriyetin ilan edildiği dönemde Avrupa’nın birçok ülkesinde demokratik yönetimler işbaşındaydı. Dolayısıyla Cumhuriyetin demokratik bir temelde kurulmaması bir mecburiyet değildi, bir tercihti.

Bu tercihin elde ettiği bazı “başarı”lara rağmen, tasavvur ettiği gibi milliyetçi ve laikçi ilkeleri şiar edinmiş kaynaşmış bir kitle yaratamadığı da belirtilmelidir. İki büyük sorun alanı vardı: Kürtler ve nüfusun büyük bir çoğunluğuna tekabül eden dindar-muhafazakârlar. Kürtler tekçi bir kimliği kabullenmedi. Muhafazakârlar geri çekildi ama olanak bulduklarında çoğunluklarına dayanarak Kemalizm ile arasına mesafe koyan anlayışları iktidara taşıdı.

Zamanla Cumhuriyetteki demokrasi açığı daha fazla göze batar oldu. Dünyada farklı kimliklerin daha fazla siyaset alanına girmesine paralel olarak Türkiye’de de 1990’lı yıllardan itibaren Kemalist projeye muhalefetin dozu arttı. Etnik, dini, mezhebi veya cinsel kimliğinden ötürü kendini “makbul vatandaş” içinde görmeyen kesimlerin taleplerini yoğunlaştırması, Kemalizmin hem fikri hem de fiili olarak kuvvet kaybetmesi sonucunu doğurdu.

Kemalizme demir atmak

AK Parti, böyle bir ortamda iktidara geldi. İddialıydı; geçmişten günümüze uzanan sorunları demokrasiyi tahkim ederek aşacak, herkesin kendisini eşit vatandaşı sayacağı yeni bir Türkiye yaratacaktı. Bu perspektif, Kemalizmin aşılmasını imliyordu. İlk başlarda bu hedefe uygun adımlar da atıldı.

Ne var ki bugün, bu yoldan çok keskin bir şekilde dönülmüş durumda. AK Parti demokraside geri vitese taktı, hukuku etkisizleştirdi ve iktidarı kişiselleştirdi. Yeni Türkiye iddiasından vazgeçince, geçmişte radikal bir şekilde karşı çıktığı davranışları sergilemeye başladı ve en güvenilir liman olarak gidip Kemalizme demir attı. Artık CHP’den bile daha Atatürkçü olduğunu savunan bir AK Parti var.

Birçok yüzü olan Kemalizm şimdi de biraz dini ve muhafazakâr değerlerle bulanmış yüzüyle hâkimiyet kuruyor. Kemalistler ne kadar sevinse azdır!

– Vahap Coşkun 15.11.2019


7 Kasım 2019 Perşembe

Ahmet Altan nefreti, nefret sahipleri hakkında neler söylüyor?

Ahmet Altan nefreti, demokrasiyi laiklikten ibaret gören ve o kadarını da sadece “Türk”ün hakkı olarak gören kesimler için darbe davalarından çok önce başlamıştı. Yani nefret, iddia edildiği gibi darbe davaları sürecinde ortaya çıkan insani acılarla değil, Ahmet Altan’ın darbecilikle mücadele azmiyle ve kararlılığıyla bağlantılı... Bu kesimler, davalar boyunca ortaya çıkan insani acıları, nefretlerinin ideolojilerinden kaynaklandığını örtmek için ustalıkla kullandılar ve bunda son derece başarılı oldular.


Derin ve yaygın toplumsal duygular, toplumlar / toplumsal kesimler hakkında çok şey anlatır. Ahmet Altan ve Nazlı Ilıcak’ın tahliyelerini izleyen nefret kusma partisi de bu fasıldan bir duygu hali olarak incelenmeye değer. Bu yazıda bunu yapmaya çalışacağım.
Her şeyden önce genel olarak nefret duygusuna bakalım... Nefret öyle bir duygudur ki tıpkı kendi mutlaklığı gibi, mutlaklaştırılmış düşünme ve davranma biçimlerinden gayrısına izin vermez. Oysa bu bir cenderedir ve o cenderenin izin verdiği ölçüler içinde hareket etmek, istisnalar dışında her zaman nefret sahiplerinin aleyhine işler.
Nefret sahipleri, kendilerini analitik düşünme, parça-bütün ilişkisini gözetme gibi yeteneklerden yoksun bırakan öfkeleriyle, ayağa kalktıktan bir süre sonra meşhur atasözünde denildiği gibi zararla otururlar ama nefret o kadar yoğun bir duygudur ki, uğradıkları zararın farkına bile varmazlar.

Duygunun aklı devreden çıkarması ve Ahmet Altan nefreti
Duygunun aklı devreden çıkardığı, nefret sahibinin gözünün nefretini tatmin dışında bir şey görmediği koşullarda ortaya çıkacak sonuçları görebilmek için Ahmet Altan nefreti güzel bir örnek teşkil ediyor.
Bu nefret her şeyden önce nefret sahiplerinin, çıplak olguyu algılamalarını bile engelleyen bir rol oynadı. Çıplak olgu; yani Ahmet Altan’ın yargılanıp ceza aldığı ve geçtiğimiz pazartesi tahliye edildiği davanın konusu...

Bu kesimin kanaat önderlerinin yazılarına, konuşmalarına ve sosyal medyadaki paylaşımlarına bakan biri, Ahmet Altan’ın, genel yayın yönetmenliğini yaptığı Taraf gazetesindeki haberler nedeniyle yargılanıp ceza aldığını sanır. Oysa Altan, siyasi iktidarı eleştirmekten çok desteklediği bu döneme dair tutumu dolayısıyla değil, iktidarla arasının tamamen açıldıktan ve ona karşı çok sert bir muhalefet yürütmeye başlamasından sonraki tutumu nedeniyle yargılandı ve cezalandırıldı.
İnsanı çıplak olguyu bile algılamaktan mahrum bırakan bir duygu, gömleğin yanlış düğümlenmiş ilk düğmesidir; devamı çorap söküğü gibi gelir.

Örneğimizden devam edelim... Bu kesimler nefretlerini biraz seyreltebilselerdi (ki bunu yapabilenleri de görüyoruz) ve bu sayede Ahmet Altan’ın, gerçekte kendilerinin bir numaralı politik muarızlarına karşı çok etkili bir muhalefet yürüttüğü için üç buçuk yıl boyunca hukuksuz bir şekilde cezaevine kapatıldığını anlayabilseydiler, kendi politik mücadelelerinin yararının nerede olduğunu belki kavrayabilirlerdi. Belki ancak o zaman, Ahmet Altan nefretinin bugünkü politik mücadelede en çok kimin işine geldiğini idrak edebilirlerdi.

Bu kadar derin bir nefret ancak ideolojik kökenli olabilir
Ahmet Altan nefretinin yaygınlığı ve derinliği, bizi bu nefretin kökenleri hakkında da düşünmeye sevk etmeli.
Bu nefret görünüşte, Ahmet Altan’ın, yakın geçmişteki darbe davaları sürecinde yaşanan insani acılardaki iddia edilen sorumluluğuna bağlanıyor. Ne var ki nefretin, Altan’ın yönettiği gazetenin ciddi darbe iddialarını ortaya sürmesinden hemen sonra başladığını, davaların ve acıların daha sonra geldiğini göz önünde bulundurursak, nefretin insani acılardan değil ideolojiden kaynaklandığını anlayabiliriz.
Yani Ahmet Altan nefreti, demokrasiyi laiklikten ibaret gören ve o kadarını da sadece kendini “Türk” sayanın hakkı olarak gören kesimler için darbe davalarından çok önce başlamıştı. Yani nefret, darbe davaları sürecinde ortaya çıkan insani acılarla değil, Ahmet Altan’ın darbecilikle mücadele azmiyle ve kararlılığıyla bağlantılı...

Bu kesimler, davalar boyunca ortaya çıkan insani acıları, nefretlerinin ideolojiden kaynaklandığını örtmek için ustalıkla kullandılar ve bunda son derece başarılı oldular.
Sevan Nişanyan, nefretin başlangıcını Altan’ın 17 Nisan 1995’te yayımlanan “Atakürt” başlıklı yazısına tarihliyor ki ben de katılabilirim bu tespite.


"Liberalin “kahramanlığı”

Ahmet Altan nefretinin psikolojik bir boyutu da var mı? Bence var ve bunu “Liberalin ‘kahramanlığından’ duyulan rahatsızlık” diye özetleyebiliriz...
Bu boyut kendini en çok “Ahmet Altan’ın kahramanlaştırılması”ndan duyulan rahatsızlığa yapılan vurgularda kendini belli ediyor.
Bunu biraz açalım...

Ahmet Altan nefretini paylaşanların bir bölümü onun daha uzun seneler hapiste kalması gerektiğini savunuyor. Mesela dün gece (5 Kasım) Habertürk’teki bir tartışma programında eski savcı Ahmet Zeki Üçok, Altan’ın müebbetle yargılanması, ceza alması ve ömür boyu yatması gerektiğini savundu.
Ahmet Altan nefretini paylaşanların öbür bölümü ise cezayı yetersiz bulsa da “daha daha” diye tempo tutmuyor.
Fakat her iki kesimin de birleştiği nokta şu: Öyle veya böyle, daha yatsın veya yatmasın, fakat kimse onun sisteme nasıl direndiğinden söz edip takdir etmesin, kahramanlaştırmasın!
Bu ortak duygu, bu kesimlerin bireysel direnişleri ve “kahramanlıkları” yüceltme konusunda ne kadar hevesli olduklarını düşününce daha da ilginç bir görünüme bürünüyor. Benim sezebildiğim kadarıyla, onların rahatsızığı, bu hasletin sadece kendileri gibi düşünüp hissedenlerde bulunduğu yönündeki kuruntularından kaynaklanıyor.

“Vatan ve millet sevgisinden nasipsiz, kişisel çıkarlarından ve keyfinden başkasını düşünmeyen” bir liberale mi kalmış konforunu kaybetmesine aldırmadan koskoca devlete kafa tutmak?

Özetle: Ahmet Altan nefreti sadece Ahmet Altan nefreti değildir. Bunu turnusol kâğıdı gibi kullanarak sahipleri hakkında esaslı bir fikir edinebilirsiniz.

07.11.2019
Alper-Görmüş/Serbestiyet