Translate

6 Temmuz 2023 Perşembe

İklim Değişikliği Nedir?

İklim değişikliği, sıcaklıklarda ve hava modellerinde uzun vadeli değişimleri ifade eder. Bu tür kaymalar, güneşin etkinliğindeki değişiklikler veya büyük volkanik patlamalar nedeniyle doğal olabilir. Ancak 1800'lerden bu yana, öncelikle kömür, petrol ve gaz gibi fosil yakıtların yakılması nedeniyle insan faaliyetleri iklim değişikliğinin ana itici gücü olmuştur .

Fosil yakıtları yakmak, Dünya'nın etrafını saran bir battaniye gibi davranan, güneşin ısısını hapseden ve sıcaklıkları yükselten sera gazı emisyonları üretir.

İklim değişikliğine neden olan başlıca sera gazları arasında karbondioksit ve metan bulunmaktadır. Bunlar, örneğin bir arabayı sürmek için benzin veya bir binayı ısıtmak için kömür kullanmaktan gelir. Araziyi temizlemek ve ormanları kesmek de karbondioksit salabilir. Tarım, petrol ve gaz operasyonları metan emisyonlarının başlıca kaynaklarıdır.  Sera gazlarına neden olan başlıca sektörler arasında enerji, sanayi, ulaşım, binalar, tarım ve arazi kullanımı yer almaktadır .

Küresel ısınmadan insanlar sorumludur

İklim bilimcileri , son 200 yılda neredeyse tüm küresel ısınmadan insanların sorumlu olduğunu gösterdi . Yukarıda belirtilenler gibi insan faaliyetleri, dünyayı en az son iki bin yılda hiç olmadığı kadar hızlı ısıtan sera gazlarına neden oluyor.

Dünya yüzeyinin ortalama sıcaklığı şu anda 1800'lerin sonlarında (sanayi devriminden önce) olduğundan yaklaşık 1,1°C daha sıcak ve son 100.000 yılda herhangi bir zamandan daha sıcak. Son on yıl (2011-2020), kayıtlardaki en sıcak dönemdi ve son kırk yılın her biri, 1850'den bu yana önceki on yıllardan daha sıcak oldu.

Pek çok insan iklim değişikliğinin esas olarak daha yüksek sıcaklıklar anlamına geldiğini düşünüyor. Ancak sıcaklık artışı, hikayenin yalnızca başlangıcı. Dünya, her şeyin birbirine bağlı olduğu bir sistem olduğundan, bir alandaki değişiklikler diğer tüm alanlardaki değişiklikleri etkileyebilir.

İklim değişikliğinin sonuçları şimdi , diğerlerinin yanı sıra yoğun kuraklıkları, su kıtlığını, şiddetli yangınları, yükselen deniz seviyelerini, selleri, eriyen kutup buzlarını, feci fırtınaları ve azalan biyolojik çeşitliliği içeriyor.

İnsanlar iklim değişikliğini farklı şekillerde yaşıyor

İklim değişikliği sağlığımızı, gıda yetiştirme yeteneğimizi, barınmamızı, güvenliğimizi ve çalışmamızı etkileyebilir. Bazılarımız, örneğin küçük ada ülkelerinde ve diğer gelişmekte olan ülkelerde yaşayan insanlar gibi, iklim etkilerine karşı daha savunmasız durumdayız. Deniz seviyesinin yükselmesi ve tuzlu su girişi gibi koşullar, tüm toplulukların yer değiştirmek zorunda kalacağı bir noktaya geldi ve uzun süreli kuraklıklar insanları kıtlık riskiyle karşı karşıya getiriyor. Gelecekte, “iklim mültecilerinin” sayısının artması bekleniyor.

 

Küresel ısınmadaki her artış önemlidir

Bir dizi BM raporunda , binlerce bilim adamı ve hükümet eleştirmeni, küresel sıcaklık artışını 1,5°C'den fazla olmayacak şekilde sınırlamanın, en kötü iklim etkilerinden kaçınmamıza ve yaşanabilir bir iklimi korumamıza yardımcı olacağı konusunda hemfikirdi. Ancak şu anda yürürlükte olan politikalar, yüzyılın sonuna kadar 2,8°C'lik bir sıcaklık artışına işaret ediyor.

İklim değişikliğine neden olan emisyonlar dünyanın her yerinden geliyor ve herkesi etkiliyor, ancak bazı ülkeler diğerlerinden çok daha fazlasını üretiyor . Tek başına en büyük yedi ülke (Çin, Amerika Birleşik Devletleri, Hindistan, Avrupa Birliği, Endonezya, Rusya Federasyon ve Brezilya) 2020'deki tüm küresel sera gazı emisyonlarının yaklaşık yarısını oluşturdu.

Herkes iklim için harekete geçmeli, ancak sorunu daha fazla yaratan insanların ve ülkelerin önce harekete geçme sorumluluğu daha büyük.

Çok büyük bir zorlukla karşı karşıyayız ancak birçok çözümü zaten biliyoruz

Birçok iklim değişikliği çözümü, yaşamlarımızı iyileştirirken ve çevreyi korurken ekonomik faydalar sağlayabilir. Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri , BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi ve Paris Anlaşması gibi ilerlemeye rehberlik edecek küresel çerçevelerimiz ve anlaşmalarımız da var Üç geniş eylem kategorisi şunlardır: emisyonları azaltmak, iklim etkilerine uyum sağlamak ve gerekli düzenlemeleri finanse etmek.

Enerji sistemlerini fosil yakıtlardan güneş veya rüzgar gibi yenilenebilir enerji kaynaklarına geçirmek , iklim değişikliğine neden olan emisyonları azaltacaktır. Ama şimdi harekete geçmeliyiz. Artan sayıda ülke 2050 yılına kadar net sıfır emisyon taahhüdünde bulunurken , ısınmayı 1,5°C'nin altında tutmak için emisyonların 2030 yılına kadar yarıya indirilmesi gerekiyor . Bunu başarmak, kömür, petrol ve gaz kullanımında büyük düşüşler anlamına geliyor: Felakete varan iklim değişikliği düzeylerini önlemek için, bugünün kanıtlanmış fosil yakıt rezervlerinin üçte ikisinden fazlasının 2050 yılına kadar yer altında tutulması gerekiyor .

klim sonuçlarına uyum sağlamak insanları, evleri, işletmeleri, geçim kaynaklarını, altyapıyı ve doğal ekosistemleri korur. Mevcut etkileri ve gelecekte olması muhtemel etkileri kapsar. Uyum her yerde gerekli olacak, ancak iklim tehlikeleriyle başa çıkmak için en az kaynağa sahip en savunmasız insanlar için şimdi öncelik verilmelidir. Geri dönüş oranı yüksek olabilir. Örneğin afetler için erken uyarı sistemleri can ve mal kurtarır ve ilk maliyetin 10 katına kadar fayda sağlayabilir.


Faturayı şimdi ödeyebiliriz ya da gelecekte çok pahalıya ödeyebiliriz.

İklim eylemi , hükümetler ve işletmeler tarafından önemli finansal yatırımlar gerektirir. Ancak iklim eylemsizliği çok daha pahalı. Sanayileşmiş ülkelerin gelişmekte olan ülkelere yılda 100 milyar dolar sağlama taahhüdünü yerine getirmeleri kritik bir adımdır, böylece uyum sağlayabilirler ve daha yeşil ekonomilere doğru ilerleyebilirler.



14 Haziran 2023 Çarşamba

Hegel'de Kalmak

Eşimin akademik felsefe kariyeri evliliğimizi mahvediyor.
Eşim (35) ve ben (33), ikimiz de akademisyeniz. 6 yıldır birlikteyiz ve 3 yıldır da evliyiz. O, felsefede akademisyen, ben ise bir fizikçiyim. Son zamanlarda bir rahatsızlığını dile getirdi, onun çalışmalarıyla yeterince ilgilenmediğimden şikayet ediyordu. Ben de biraz klasik felsefe okumuş biriyim ama eşimin çalışmalarının daha çok “kıta(*)” geleneğinden olduğunu biliyorum. Maalesef bana gösterdiği her şey, bana tamamen deli saçması gibi geliyor.

Sorun şu: Çalışmalarında, açıkça, tamamen hatalı bir fizikten bahsediyor. Hem de utanç verici şekilde hatalı! Kabul ediyorum, çok kötü bir insanım, eşimin tezini daha önce hiç okumadım. Okumayı denedim ama kütle sahibi olmak ile “uzam” sahibi olmak arasında zorunlu bir ilişkiden bahsedip duruyor. Ayrıca temel partiküllerin “şekilleri” hakkında konuşuyor. Bu açıkça anlamsız/hatalı: Elektronların bir kütlesi vardır ve nokta parçacıklarıdır (uzayda pek de yer kapmazlar). Tezinde ve bazı makalelerinde yazdıklarına bakarsak eşim kendini “bilimsel” ve “materyalist” olarak tanımlıyor. Ancak bu kelimelerin ne anlama geldiği hakkındaki fikirleri, sanki atomların küçük bilardo topları gibi uzayda süzüldüğünü söyleyen on dokuzuncu yüzyılın demode iddialarına saplanmış gibi. Kibarca ona yardımcı olmayı denedim ve çağdaş fizikle nasıl etkileşime girebileceğini anlatmaya çalıştım (bu konu üzerinde hiçbir kitap okumamış ve kendi tabiriyle “matematiği kötü”dür). Ama bana çok kızdı ve Hegel’in sisteminin varsayımsal ve tüm olası mantıksal düşüncenin temeli olduğunu, bu nedenle de diğer metinleri okumanın gereksiz olduğunu açıklamaya başladı (bunun ne anlama geldiği hakkında hiçbir fikrim yok). “Spekülatif varsayımlar” gibi terimleri ortaya atıp duracaktı ama ben, bunların ne anlama geldiğini sordum ve örnekler vermesini istedim. O da – hiçbir anlam veremediğim – daha anlaşılmaz bir jargonla örnekler vermeye başladı. Her şeyden önce sürekli Almanca sözcükler ve terimler kullanıp duruyordu. Üstelik telaffuzu da (ve kullanım şekli de) hatalı ya da anlamsızdı (benim anadilim Almanca). Dili anladığını iddia ediyor (anlamıyor) ve bana Hegel’in yalnızca “orijinal Almancada” anlaşılabileceğini söylüyordu. Ancak belli ki bu dilde okuyamıyor. Ben Hegel’in metinlerini okumayı denediğimde ise daha da anlaşılmaz geldi.

Tüm bunların ötesinde, Hegel’e saplantısı korkunç bir seviyeye ulaştı. Bir noktada bana direkt şunu söyledi: Tüm diğer çalışmalar ya Hegel ile uyumlu ve doğrudur ya da Hegel’le ayrı düşer ve yanlıştır. Hegel’in çerçevelenmiş bir fotoğrafını yatak odamızda baş ucuna koydu. Aslında telefonunun arka plan görselinde benim fotoğrafım vardı. Onu da Hegel’in fotoğrafıyla değiştirmiş. Kocamın ilgisini çekmek için 200 yaşında bir filozofla yarıştığımı hissediyorum.

Yakın zamanda büyük bir kavga ettik çünkü “karşıtların birliği” kavramına bir örnek oluşturmaya çalışırken (artık ne demekse) sağ ve sol ellerin karşıt ancak özdeş olduğunu savunuyordu. Bunun basitçe yanlış olduğunu, sağ ve sol elin herhangi bir anlamda “özdeş” olmadığını söyledim (kiralite ya da ayna örtüşmezliği, geometride/grup teorisinde temel bir konsepttir: sol ve sağ el üst üste gelemez). Ellerini birleştirip bana ellerinin “özdeş” olduğunu ispatladığını sandı ama sürekli yanıldı (çünkü özdeş değiller) ve sinirlenmeye başladı, evin içinde fırtınalar estirdi. O zamandan beri eşimi görmüyorum (yaklaşık bir gün önce kavga ettik) ve mesajlarıma da yanıt vermiyor.

Ne yapmalıyım dostlar? Oluruna mı bırakayım? Kendi alanımdaki yetkinliğimin bu derece görmezden gelinmesi, ciddiye alınmamak, beni oldukça hüsrana uğrattı. Çalışmalarıyla ilgilenmemi istemişti, ben de öyle yaptım. Ancak bana kibarca bir tepki vermedi. Bana sürekli Hegel’in ampirik bilimi gereksiz kıldığı oldu. Çalışmalarımın yalnızca zaman kaybı olduğunu ima edip bunların yerine Alman idealizmi çalışmam gerektiğini söyledi. “Fichte” ve “Schellin” gibi kişileri okumalıymışım (herhalde Almanya’da çok popüler yazarlar ama ben daha önce adlarını bile duymadım). Onun benim alanıma saldırmasında sorun yok da ben ona hafifçe bir eleştiride bulununca neden kıyametler kopuyor?

Kısaca: Kocamın akademik çalışması yüz kızartıcı biçimde yanlış ve hiçbir eleştiriyi kabul etmiyor.
(*)Kıta felsefesi, Avrupa'daki 19. ve 20. yüzyıl felsefe geleneklerini tanımlamakta kullanılan terim. 20. yüzyılın ikinci yarısında anadili İngilizce olan filozoflar tarafından, analitik felsefenin dışında kalan görüş ve düşünceler için kullanılmaya başlanmıştır.

©® Düşünbil (2021)

Çeviren: Cemre Yılmaz
Kaynak: reddit.com

Graz, Österreich tarafından ÖÖ 1:15 · 14 Haz 2023

25 Mayıs 2023 Perşembe

Karizmatik Liderlik ve Başkanlık Sistemleri

Siyaset Teorisi ve Felsefesinde Monokratik Yönetimler, Karizmatik Liderlik ve Başkanlık Sistemleri

Başkanlık sistemini, tüm tür ve türevleriyle, birçok bakımdan makbul (demokratik) bir yönetim biçimi saymayanlardanım. Tek-tük istisnası olduğu zorlanılarak savlanılabilecek sanılsa da, bunun kuralı bozmayacağını, başkanlık sistemlerinin ait ya da akraba oldukları daha geniş kategoriler nedeniyle, demokrasiden sapma oluşturduğunu düşünenlerdenim. Türkiye özelinde ise, çeşitli tarihsel ve kültürel nedenlerden dolayı “açık ve yakın tehlike” yarattığını 1980’lerden beri yazanlardanım. Son 200-250 yılın ürünü olan ve son 80-100 yılda da hızlanarak üremeye devam eden bu türün ve terimin ardında çok ağır bir tarihsel sicilin ve kavramsal yükün bulunduğuna işaret etmeye çalışacağım.

Başkanlık sistemlerinin, çağdaş temsili demokrasilerin normu olan parlamenter sistemden değişen derecelerde sapmalar oluşturduğunu, özellikle yoz/yozlaşmış örneklerinin otokratik / monokratik, hatta monarşik yönelimlere/eğilimlere (daha doğrusu regresyonlara) en ziyade gebe yönetim biçim(ler)i olduğunu savlayacağım.

Liberal kapitalist devletin tipik temsili demokrasi organizasyonu olan parlamenter sistemden aşırı / uç sapma faşizmler ise, ara sapmanın da, Walter Bagehot’un vaftiz babası olduğu prototip ABD başkanlık sistemi olduğunu söyleyeceğim.

Soğuk savaşla birlikte daha da yaygınlaşan ve çoğu Amerikan emperyalizminin bağlaşığı veya uydusu olan çeşitli başkanlıkçı rejimlerin aşağıda bir listesini vereceğim —Ortadoğu’da, Asya’da, Latin Amerika’da, giderek de Avrupa’da.

Türkiye’nin sicili

Otoriter, otokratik ve monokratik yönetim biçimleri itibarıyla şişkin bir sicile sahip olan Türkiye için ise ders kitaplarına örnek olay olarak girebilecek bir “açık ve yakın tehlike” mevcuttur: “Eski Türk”te, Selçuklu’da, Osmanlı’da, Cumhuriyet Türkiyesi’nde bu kategorinin çeşitli biçim ve dozları, alt-türleri vardır: kağanlık, hanlık, başbuğluk, sultanlık, padişahlık, cumhurbaşkanlığı resmiyeti ardında fiilen ebedi ve milli şeflikler (tek-parti ve tek-adam döneminin “reel” anayasası 1924 değil, parti tüzük ve programlarıdır), faşizan askeri diktatörlükler vs., vb., vd. Tabii, Weber deyişiyle patrimonyalizm, sultanizm, karizmatik liderlik, Marksist deyişle oryantal despotizm, bonapartizm, bizim deyişimizle solidarist ve faşist alt-türleriyle korporatist rejimler, hep ilgili, bitişik, akraba olgular ve kavramlardır. Bunların karşılıkları elbette Batı’nın tarihinde de vardır, ama parlamenter ve temsili demokrasi de birkaç yüzyıldır ciddi mesafeler almıştır. Doğu’ya pek uğramamasının nedenlerinden biri, çeşitli biçim ve dozlarıyla askeri müdahalelerdir.

Belki de tek istisna, ya da parantez, çeşitli veballerinin yanısıra iyi tarafları da olan 1961 Anayasası’nın öngördüğü, parlamenter sistemin temsili, sorumsuz, az yetkili Cumhurbaşkanlığı kurumudur —ki bu dahi askerî darbeciler ve militarist siviller tarafından suistimal edilmiştir. Türkiye’de otoriter ve otokratik alt-akıntılar hep varolagelmiştir. (1961’deki 1982’ye evrilen “yürütmenin üstünlüğü” sorununu, özellikle askerî vesayet ve müdahale biçim ve dozlarını çok yazmıştım, burada girmeyeceğim.)

Büyük sınav ve temel soru
Başkanlık sistemi eğilimleri ve yüzeye çıkma zorlamaları da yeni değildir, gökten zembille inmemiştir. Süleyman Demirel ve Turgut Özal da bunu yoklamıştı. Ne ki iç siyaset de, ABD’nin o günlerdeki tutumu da bu emellerin realize edilmesine elvermemişti. Ya da buna henüz lüzum görülmemişti. Şimdi ise bu “verimli toprak” bir kez daha sürülmek riskiyle karşı karşıya: Vaktiyle yerel orduyla işini görmüş olan ABD, bagajında bol da din olan sivil bir “plebisiter diktatörlük”ün başkanlık girişimine bu sefer hayırhah bakıyor gibidir. “Fiili”den “resmi”liğe geçişi zorlayan bir karizmatik liderlikle, gerilimli de olsa, belli bir işbirliği içindedir.

Büyük sınav ve temel soru Dolayısıyla, bir yönetim biçimleri-rejim modelleri-anayasa tipleri fuarında mal seçen kaprisli, hoppa tüketiciler gibi x modeli, y modeli, z modeli elleyen siyasetçilerin ve aydınların yürüttüğü ehliyetsiz münazaralar yanlış tartışmalardır. Tabii her şey tartışılsın ama, sadece türevlerin yüzeysel kurcalanması şeklinde değil, bunların türevi oldukları türün ve prototipin teorideki ve pratikteki sorunları ile Türkiye için özellikle söz konusu olan risklerinin ayırdında olarak. Mesele basit bir eşdeğerli seçenekler meselesi değil, toplum için yaşamsal uzantıları ve sonuçları olacak, şahısları da aşan bir büyük sınav meselesidir. Temel soru da, markalardan hangisini seçsek değil, hiçbirini seçmemek için hangi nedenlerin olduğudur. Asıl tartışılması gereken parlamenter sistemin, partiler demokrasisinin, “yasama üstünlüğü”nün, yargı bağımsızlığının, eğitimin, sağlığın vs. nasıl ıslah edileceği, müzminleşmekte ve vahimleşmekte olan “yürütmenin üstünlüğü”nün nasıl frenleneceği, iç ve dış savaş ve şiddet eğilimlerinin nasıl önleneceğidir.

Demokrasiden aşırı sapma ve ara sapma
“Yürütmenin üstünlüğü”, monarşik ve monokratik tarihte kökleri olan, ABD başkanlık sistemiyle sözde demokratik bir kisveye bürünen, iki dünya savaşı arasında (ve kısmen de sonrasında) faşizme evrilen, soğuk savaşla birlikte özellikle Amerikan uydu ve kuklalarında çeşitleri görülen başkanlık sistemlerine ve tek-adam diktatoryalarına yol veren bir genel kategoridir. Bunun içinde yer alan başkanlıkçı ve başkancı rejimler, kişisel diktatörlük ve despotluktan bir önceki istasyondur. Liberal parlamenter demokrasiden aşırı sapma faşizm ise, ara-sapma başkanlık sistemidir.

Hatta denebilir ki, cumhuriyete nispetle monarşi ne ise, parlamenter demokrasiye nispetle başkanlık sistemi odur. Bu karşıtlığın üstüne bir de alt-tür içi yozlaşmayı eklemek gerekir: Nasıl tiranlık monarşinin yoz/yozlaşmış biçimi ise, çeşitli çevre ülkelerinin başkanlık sistemleri, prototip ABD başkanlığının daha da yozlaşmış biçimleridir. Hepsinde kuralların ve normların yönetimi değil, kişilerin yönetimi, otokrat ve monokratların egemenliği hâkimdir. Halk egemenliği gitmiş, tek-adamın yığın güdümü gelmiştir. “Kuvvetler ayrılığı” mitinin mevcut olduğu yerlerde de bu çoğu zaman lafta ve rafta kalmıştır (aşağı bkz.).

Yazının tamamı için tıklayınız

24 Ara 2015