Translate

10 Ağustos 2024 Cumartesi

Topluluk önünde konuşma korkusu

Bir araştırmaya göre insanların çoğu ölümden çok, topluluk önünde konuşma yapmaktan korkuyor. Bunun nedenlerinden biri eğitim sistemimizin "düzgün ve doğru söz söyleme" konusu üzerinde hiç durmamasıysa biri de buna alışık olmayışımız. Peki bu korkunun üstesinden gelmenin yolları neler?

 Komedyen Jerry Seinfeld, “Bir cenaze törenine katılmanız gerekiyorsa, ölen kişinin ardından bir anma konuşması yapmaktansa tabutta olmayı tercih edersiniz” diyordu. Bir araştırmaya göre gerçekten de insanların en çok korktuğu şeyler arasında ölüm korkusu, topluluk önünde konuşmanın arkasından geliyor. Yani insanların çoğu ölümden çok, topluluk önünde konuşma yapmaktan korkuyor. Bu korkunun bir adı da glossofobi (glossophobia).

Üniversitedeki öğrencilerimizin en büyük sorunlarından biri, sözlü sunum korkusudur. Çoğu öğrenci, proje sunumlarından önce bedenlerinin çok fazla gerildiğini, omuz ve boyunlarının kaskatı kesildiğini ve bunun da konuşmalarına yansıdığını söyler; tutuk tutuk, güvensiz konuşmaları ve anlamsız cümleler sarf etmeleri nedeniyle başarısız olmaktan yakınır. Sadece bize özgü olduğunu zannetsek de topluluk önünde konuşma korkusu aslında her insanda var olan bir korkudur.  

Psikologlar topluluk önünde konuşma kaygısının fiziksel ve duygusal belirtilerine dikkat çekiyor. Bu belirtilerden bazıları titreme, ellerin buz kesmesi, ağız kuruluğu, bacakların istemsizce hareket etmesi, kalp çarpıntısı, nefes alamama hissi, sesin titremesi şeklinde fiziksel olarak kendini belli eder. Fiziksel belirtilere öfke, endişe, gerginlik, mutsuzluk, huzursuzluk gibi duygusal belirtiler de eşlik edebilir.

İlk ve ortaöğretim Türkçe derslerinde genelde doğru ve düzgün cümle kurmak üzerine bir eğitim verilir yani yazı dili esas alınır. Eğitim sistemimizde “düzgün ve doğru söz söyleme” konusu üzerinde ise hemen hemen hiç durulmaz. Bu nedenle öğrencilerin konuşmaları, aile içinde edindikleri sözlü iletişime ve arkadaşlar arasındaki sokak diline yaslanır. Sözlü iletişim tekniklerinden habersiz olan gençlerimiz arasında, gelişigüzel, bağıra çağıra konuşma hastalığı yaygındır. Örneğin, konuşma eğitimi almamış gençler, duygusal bir şiiri bile kahramanlık destanı gibi okurlar. İlerleyen yaşlarda da bu bağırarak konuşma hastalığı devam eder.

Topluluğa hitap etme korkularının önemli kaynaklarından biri de topluluk önünde konuşmaya alışık olmayışımızdır. Çocukluğumuzdan itibaren bu tür bir deneyime sahip olmadığımız için birer yetişkin olarak topluluk önünde konuşmaya çalıştığımızda paniğe kapılmamız aslında doğaldır. 

  • Konuşma korkumuzu doğru nefes alıp verme teknikleri, telkin, sevdiğimiz obje veya maskotları gözümüzün önünde bulundurmak yoluyla yenmemiz mümkün. 
  • Topluluğa hitap edeceğimiz zaman “ne konuşacağım, kime konuşacağım, ne kadar konuşacağım, nasıl konuşacağım, niçin konuşacağım, nerede konuşacağım” sorularını yanıtlayarak ön hazırlık yapabiliriz.

Retoriğin mimarı olarak nitelenen ve Antik Yunan dünyasının en önemli hatiplerinden biri olan Demosthenes’in bile gençliğinde konuşma sorunları vardı. Çocukluğunda çelimsiz bir vücut yapısına sahip olduğundan, sesini güçlendirmek ve söyleniş kusurlarını düzeltmek için uzun zaman inatla çalıştığı söylenir. Onun doğuştan utangaç, üstelik kekeme olduğu, bu konuşma kusurunu gidermek için ağzına ufak çakıl taşları koyarak deniz kenarında dalgalara karşı uzun metinler okuyup denemeler yaptığı söylenir.

Topluluk önünde konuşma korkumuzun nedenlerine eğilerek bu korkumuzu yenmeye başlayabiliriz. Ses organlarının çalışmaması gibi fizyolojik bir nedenden kaynaklanmıyorsa öncelikle utanma, heyecanlanma, özgüven eksikliği gibi psikolojik etkenlere yoğunlaşmalıyız. 

  • Psikoterapistlerden destek alarak, stres yönetimi konusunda eğitimlere katılarak, dil ve konuşma terapistlerine danışarak bu kaygımızı gidermeye çalışabiliriz. Özellikle erken yaşlarda fark edilen konuşma sorunları için dil ve konuşma terapistlerine başvurmak yaşamsal önem taşıyor. 
  • Dil ve konuşma terapistleri tüm yaş gruplarında dil bozuklukları, konuşma, ses, yutma sorunları tedavisi üzerine çalışırlar. Konuşma terapistleri, öğrenme güçlüğü, konuşma gecikmesi, konuşma bozukluğu, ses üretememe, işitme bozukluğu, kekeleme, ses bozuklukları, dil bozukluklarının tedavisine yardımcı olurlar.

Bir konuşmacı, örneğin bir avukat, düşüncelerini, duygularını iyi anlatabilmek için uygun, inandırıcı sözcükler, cümleler seçtiği gibi, doğru bir ses, düzgün konuşma yeteneğine de sahip olmalıdır. Bazı öğretim üyesi arkadaşlar, ders anlatırken cümleleri tekdüze ve yuvarlayarak söylediklerinden, bazı sözcüklerin hecelerini ezdiklerinden dert yanarlar. Bu bakımdan konuşmaya dayalı her meslekten insanın, dinleyiciler karşısında söz söyleyen herkesin diksiyonun inceliklerini öğrenmesi gerekir.

  • Nüzhet Şenbay’ın tanımıyla diksiyon, “Söz söylerken duygu ve düşünceleri üslûbuna uygun olarak belirtmek için sesin uyumunu, söylenişi, jesti, mimiği, alınacak tavırları yerinde, aynı zamanda güzel kullanma sanatıdır.” 

Eğitimin her düzeyinde, profesyonel meslek hayatımızda, doğaçlama sunumlar, yazılı metinle hazırlıklı ya da ezberlenmiş hazırlıklı sunumlarda bulunuruz. Yapılan bir araştırmaya göre, şirket yönetcilerinin %98’inin topluluk önünde konuşma yapması gerekmektedir. Bu nedenle günümüz dünyasında insanlar, “konuşma sanatında” yeterli düzeye gelme arzusuyla doğru ve güzel söz söyleme eğitimi almanın yollarını arıyorlar. 

Bazı konuşmacılar kusurlarına hiç aldırmadan sadece çok yüksek sesle yani bağırırcasına konuşarak dinleyici üzerinde etki uyandıracaklarını sanırlar. Bu yanlış bir düşüncedir. Oysa böyle davranacaklarına kusurlarını düzeltme yollarına başvursalar, alıştırmalar yaparak yanlışlarını düzeltseler kendilerine daha fazla katkıda bulunmuş olurlar.

Bazı insanların vücut biçimi, görkemli görünüm, seslerinin tınısı, ses gücü, duruş dengesi vs. gibi doğuştan gelen avantajlarının olduğu inkar edilemez. Bu özelliklerin topluluk karşısında söz söylerken kuşkusuz etkisi olur. Bu nitelikler yadsınamazsa da bunlardan yoksun birçok kişi bu eksiklerini doğru ve düzgün konuşma eğitimi alarak giderebilir ve değerli birer konuşmacı olmayı başarabilirler.

Gerçekte iyi bir konuşmacı olmak için dilini yutmuş gibi susup oturmamalı, daha doğrusu, yanlış bir söz söyleyeceğim diye korkup çekinmemeliyiz. Türkçeyi düzgün, anlaşılır, doğru kurgulanmış cümlelerle konuşmaya çaba göstermeliyiz. Düşüncelerimizi ifade etmeye çalışırken abartıdan kaçınmak, iyi bir dinleyici olmak ve karşımızdaki kişilere konuşma fırsatı vermek gibi iletişim ilkelerini unutmamamız gerekiyor. Özellikle hedef kitleye etkin dinleme koşullarını ve özgürlüğünü sunmalıyız. Bir atasözünde söylendiği gibi, iki kişi şarkı söyleyebilir ama aynı anda konuşamaz.

  • Bedensel rahatlama ve gerginliklerden arınmayı sağlamak, nefesi doğru ve verimli kullanabilmek, nefesi sese dönüştürmede doğru alışkanlıklar edinmek için zorunlu olan nefes alıştırmalarını rutine dönüştürebiliriz.

Sesimiz duygularımızla sürekli bir iletişim içindedir. Günlük yaşamımızdaki, sinirli ve kontrolsüz hâlimiz sesimize de yansıyacaktır. Mevcut korkular savunma mekanizmamızı çalıştıracak, harekete geçmemize engel olacak, sonuç gerginliğe dönüşecek, bu da boyun ve omuzlarda hissedilecektir. Ses nefese, nefes de rahatlamaya bağlıdır. Gevşeme ve esneme alıştırmalarıyla konuşmamızı etkileyen gerginliklerden kurtulabilir, meslek hayatımızda bize çok faydası olacak esnekliğe kavuşabiliriz. 

Biraz da konuşmayı bozan etkenler üzerinde duralım. Sözcük dağarcığının yetersizliği, yabancı dillerden sözcük kullanma alışkanlığı, söyleyiş (telaffuz) hataları, bazı ses ve sözcükleri atlamak, sesleri değiştirmek, sözcükleri yinelemek, cümleleri uzatmak, kaba veya argo sözler söylemek, planlı konuşmayı bilmemek, vurgu ve tonlama bozuklukları, bazı seslerin yutulması, ilk akla gelen konuşmacı yanlışlarıdır. 

Üslup olarak da çok fazla konuşmak, acelecilik, söz kesmek, yapmacıklık, tehdit eder gibi konuşmak, nefesin yeterli olmaması, sesi titretmek, çok hızlı ya da yavaş konuşmak, jest ve mimiklerin ölçüsünü kaçırarak çok abartılı konuşmak, dinleyiciyi olumsuz etkiler. 

  • Dinleyicilere değer verdiğini hissettiren, onlara heyecan veren, soru sormalarına kapı aralayan, kendisi hakkında mümkün olduğu kadar az konuşan kişi, başarılı konuşmacı olarak nitelendirilir. 

İnsan düşünür, duygulanır ve anlatır. Ama korkmadan anlatabilmelidir. Jacques Rancière’in dilimize Cahil Hoca (Le maître ignorant) olarak çevrilen kitabında ele aldığı Jacotot, öğrencilerine seslenirken iyi bir konuşmacı olmanın anlamına dair çarpıcı bir çıkarımda bulunur: 

"Size öğretecek hiçbir şeyim olmadığını öğretmek zorundayım."

Suha Çalkıvik-aposto.com

25 Temmuz 2024 Perşembe

Mahpusluk kitaplarıyla

Hapishanede, günlük bir rutin oluşturacak kadar vakit geçirdikten sonra, yine sırf size olduğuna emin olduğunuz bir şey oluyor: Her şey, her gün, her an aynı. Sadece ve sadece okuduğunuz ve yazdığınız şeyler farklı.

Hapishane insanı çok değiştiriyor. Tecrübeyle sabit. Hayatta yapacağınızı düşünmediğiniz bir sürü şeyi yapıyorsunuz. Yani herkeste öyle mi bilmiyorum tabii ama bende öyle. Buradaki arkadaşlarım, dünyanın dört bir yanından yazarlar, içlerinde mebzul miktarda hapse düşmüş olanları da var, yüzyılların ötesinden gelenler de, yanı başımdan da, Mısır’dan ya da Nazi Almanyası’ndan da, ya da tam buradan, Bakırköy Kadın Cezaevi’nden de.

Benim ve hapishanelerden yazan “arkadaşlarımın” deneyimi diyelim, tecrübesiyle sabit evet, hapishane insanı değiştiriyor. Misal ben, tutuklanmadan önce birkaç istisna hariç hiç ama hiç günlük ve mektuplaşma okumamıştım. Nedense, basılmış günlük ve mektuplaşmalar rızayla olsa bile, hep çok mahrem gelirdi, elim gitmezdi. Merakımı yenemediğimden Arendt-Heidegger mektuplaşmalarını okumuştum birkaç yaz önce, başka da hatırlamıyorum.

Sonra, tutuklandım. Gereksiz düzenli ve disiplinli bir insan olarak, kendime dev bir okuma listesi yaptım; cezaevi kütüphanesi, iki haftada bir kitap alabildiğimiz Halk Kütüphanesi, dışarıdan gelecek kitaplar… On yıl kalsam okuyacak kitap listem hazır (Tövbe deyin lütfen, merci). Her zamanki gibi, gereksiz meraklı bir insan olduğum için, birbiriyle alakasız, milyon konuda okuyorum, hani okuma listemi görseniz, “Bu ne ya?” demeniz çok olası ama olsun, ben mutluyum.

Sonra işte, vakit geçti de geçiyor, malûm, biz hâlâ burada, önce burayı merak ettim, hani bizzat Bakırköy’le ilgili ne yazılmış diye. Dört Duvar Kadına ne Yapar? çıktı önce karşıma, İpek Merçil ve Seçil Doğuç Ergin’in Bakırköy Kadın Cezaevi’ndeki adli tutuklu ve hükümlülerle yaptıkları bence altın değerindeki çalışma. Keşke herkes okusa! Sonra Deniz Seki’nin Bakırköy Cezaevi günlerini anlattığı Deniz Dibi. İlk okuduğum “günlük” buydu. İtiraf ve özür birlikte gelsin, burun kıvırdım, beğenmedim. Sonraları, adlarını anmayacağım öyle kötü “şeyler” okudum ki, Denizin Dibi, gerçekliğiyle, listede üst sıralarda.

Tabii ki epeyce zaman önce okumuştum ama canım Sevgi Soysal’ın Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’na geri döndüm, Yıldırım Bölge’yi dışarıda okumakla, içeride okumak valla ne yalan söyleyeyim çok farklı…

Ardından Neval El Seddavi’nin Sıfır Noktasında Kadın’ı geldi. Mısır’ın anlatılmaz kötülükteki hapishanesinden hepimize hayat dersi veren seks işçisi Firdevs’in hayatı, içerisi ve dışarısı. Bakırköy’de de ne çok Firdevs var, bir bilseniz, her gün hikayelerinden bir şeyler öğrendiğim…

Anı ve mektup okumama inadımın kırılması, kitap listeme bakılırsa, Abidin Dino ve Kemal Tahir sayesinde olmuş. Sıralamadan öyle anlıyorum. Dino, Nâzım Üstüne adlı bence çok şahane arkadaşlık kitabında şöyle diyor:

“Bugün artık Nâzım yok, Bursa Cezaevi yerli yerinde duruyor, onun öfkesine eş bir öfke taşıyan genç tutuklularla dolup taşıyor. Ne var ki her şey değişebilir ve değişecek. Türkiye’nin cezaevlerinde yatan siyasi tutuklular Nâzım’ın şu dizelerini ezbere bilir:

Ve son gülenleri güzel gülecek olan yirminci asır
(benim şafak çığlıklarıyla sabaha eren müthiş gecem)
senin gözlerin gibi, Hatçem,
güneşli olacaktır…”

Hem Nâzım Hikmet’in hem de Abidin Dino’nun yirminci asra dair yanılmış olduklarını (hatta 21. asra dair bile, sonuçta 2024’teyiz) bir kenara koyalım, bu satırları okuyunca Piraye’ye Mektuplar haliyle düştü aklıma. Birkaç zaman sonra da Esir Şehrin İnsanları’nda Kemal Tahir’in cümleleri: “Mahpusluğun anasını yemekle, uyumak ağlatır, burada yemekle ve de uyumakla geçecek vakitler.”

Sonunda, başladım Piraye’ye Mektuplar’a. 400 küsur sayfa, Sadece Nazım Hikmet’in yazdıkları. Kemal Tahir malûm, hapishane arkadaşı, arada en flörtöz, en tatlı, en şeker hâliyle, sızıyor mektuplara.

Nâzım Hikmet’in Piraye’ye Mektupları, hani muhtemelen bir Nâzım uzun şiiri beklediğimden, onca gündelik hayat, anlatılamaz ekonomik zorluklar, siyasi baskı ve hapishanenin (70 küsur yıl sonra da hiç farkı olmayan) saçmalıkları ve tuhaflıkları nedeniyle, resmen ciğerimi söktü. Hapishanede bir adam, Bursa’da, Çankırı’da, İstanbul’da bir kadın, para yok, ama gerçekten yok, hiç yok, Nâzım cezaevinde, çeşitli “şeyler” üretiyor, onları sattırıyor Piraye’ye, misal bir peynirciyle tanışıyor, ondan ucuza peynir alıyor, Piraye birazını kendine saklayıp, kalanını satsın diye. Hapiste olmayı geçtim, bir de hayatta kalmaya, aç kalmamaya çalışıyorlar.

İnsan hapse girince, bildiğinden başka herhangi bir ortamda olabileceği gibi, kendine derhal bir hayat inşa etmeye başlıyor ve bir rutin oluşturuyor. Eh, hâliyle insanım yani, bulduğum pratik çözümlerin ilk benim aklıma geldiğine, başıma gelenin tek benim başıma geldiğine falan eminim. Piraye’ye Mektuplar ile birlikte, günlük ve mektup kuralımı esnetince, hayat bana tabii ki bir kez daha gökkubbenin altında, söylenmemiş söz kalmadığını gösterdi. Anıları ve mektupları okumaya başlamamla, okuduğum romanlardaki hapishane hikayelerini farklı görmeye başlamam, aynı zamanlara denk geliyor sanki.

Nâzım Piraye’ye yazmış: “Ne tuhaf, karşı karşıya geldik mi; konuşacak bir yığın şey olduğu halde, birbirimizin yüzüne doya doya bakma endişesiyle olacak, ne kadar az konuşuyoruz. Sonra ayrılınca hiçbir şey konuşamamanın verdiği azabı duyuyoruz.”

Bu cümlelerle anlatılanlar, benim 26 küsur aydır, Bakırköy’de her görüşten sonraki hissim. Tuhaf ve saçma biliyorum ama görüşlerde susup, birbirimize baktığımız oluyor ve evet, aslında o dakikalar altın değerinde.

Hapishanede, günlük bir rutin oluşturacak kadar vakit geçirdikten sonra, yine sırf size olduğuna emin olduğunuz bir şey oluyor: Her şey, her gün, her an aynı. Sadece ve sadece okuduğunuz ve yazdığınız şeyler farklı. Kanıtlayamam ama, her gün aynı şeyleri aynı saatte aynı şekilde yaptığıma eminim. Hani olsun olsun on dakika oynuyordur. Valla Polyannacılık oynayasım tuttu, bu her şeyin hep ve aynı olmasının iyi bir yanını bulmaya gayret ettim ama yok, olmuyor. Her gün bir öncesi ve sonrasının aynısı ama bir yandan da (biliyorum çok tuhaf ve inanılmaz ama) zaman, hızlı geçiyor. Ben tabii, yine bir tek bana böyle sanıyorum. Ve tabii ki öyle değil. 1904, Eylül ayı, Zwickau Cezaevi, İmparator II. Wilhelm’e hakaret ettiği gerekçesiyle tutuklanan Rosa Luxemburg’a bağlanıyoruz.

“Sabah 6’da kalkıyorum, 7’de kahvemi içiyorum, 8’den 9’a dolaşıyorum, 12’de öğle yemeği, 3’te kahve, 6’da akşam yemeği, 7-9 arası lamba ışığına izin var, 9’da yatak. Berliner Tageblatt geliyor. Bol bol okuyup, bir o kadar da düşünüyorum.”

Yazının devamı

19 Temmuz 2024 Cuma

İklim Krizi ve Kuraklık

 Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilen 17 Haziran Dünya Çölleşme ve Kuraklıkla Mücadele Günü’nde, bu yıl kuraklık sorununa karşı hep birlikte eyleme geçilerek önlem alınması gerektiği vurgulanıyor. Gelecek dönemde en önemli iki sorunun iklim krizi ve buna bağlı olarak yaşanacak kuraklıkların olacağını vurgulayan TEMA Vakfı ise, kuraklığın doğal afet statüsüne alınması gerektiğinin altını çiziyor.

Birleşmiş Milletler, bu yıl Dünya Çölleşme ve Kuraklıkla Mücadele Günü’nde kuraklık sorununa odaklanarak, bu soruna karşı hep birlikte eyleme geçilerek önlem alınması gerektiğini vurguluyor. İklim krizi ve buna bağlı olarak gelecekte yaşanacak kuraklıkların gelecek dönemin en önemli iki sorunu olduğunu ifade eden TEMA Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Deniz Ataç, kuraklıktan en çok etkilenen sektörün tarım olacağının altını çiziyor.

“Tarımsal üretimi etkileyen kuraklık son 20 yılda %29 arttı”

Kuraklığın dünyanın her yerinde iklim tipine bağlı olmaksızın görülen bir doğa olayı olduğunu hatırlatan Deniz Ataç; “1970-2019 yılları arasında oluşan doğal felaketlerin %50’sini kuraklık oluşturmaktadır. Kuraklık nedeniyle aynı dönemde 650 milyon insan yaşamını yitirmiştir ve bunun %90’ı iklimin kurak ve yarı kurak olduğu gelişmekte olan ülkelerdir. İklim krizi nedeniyle kuraklığın sayısı ve şiddeti artmaktadır. Kuraklıktaki artış oranı son 20 yılda %29 olmuştur. IPCC Raporlarına göre küresel ısınma 1.5°C’de dahi her 10 yılda bir kuraklık oluşma sıklığı %50, 2°C’ye ulaşması halinde ise %70 oranında artacaktır. Su sıkıntısı çeken insan sayısının 2040 yılında 5.7 milyara ulaşabileceği ve her dört çocuktan birinin çok kuvvetli derecede su sıkıntısı çeken bölgelerde yaşayacağı tahmin edilmektedir. Üretilen gıdanın %80’i yalnızca yağmur suyuna dayalı üretimin yapıldığı kuru tarım arazilerinden gelmektedir. Bu nedenle kuraklık tarımsal üretimi etkilemekte, kuraklığa bağlı olarak önemli ölçüde verim kayıpları oluşabilmektedir. Geçen yıl 65 ilimizde kuraklık nedeniyle verim kayıpları olduğu, bazı yerlerde ürün kayıplarının %70’e ulaştığı bildirilmiştir” dedi.

TEMA Vakfı tarafından Türkçeleştirilen IPPC İklim Değişikliği ve Arazi Raporu Yönetici Özeti’ne de atıfta bulunan Ataç; “Raporda ifade edildiği gibi iklim değişikliğinin sonucu yüksek hava sıcaklıklarının görülme sıklığı artmış, bu durum gıda güvenliği ve karasal ekosistemleri olumsuz yönde etkilemiş, birçok bölgede çölleşmeye ve arazi bozulumuna neden olmuştur. Türkiye’nin de içinde yer aldığı Akdeniz Çanağı, iklim krizinin en olumsuz etkilerinin görüleceği bölgeler arasında gösterilmektedir. Akdeniz Çanağı’nda yüksek hava sıcaklıklarının sıklığının, şiddetinin ve süresinin artmaya devam edeceği, yağışların azalacağı, orman yangınlarında %50 artış olacağı, tarımsal ürün ve hayvancılık verimliliğinin ve bitki biyolojik çeşitliliğinin azalacağı öngörülmektedir. Kısacası gelecekte en önemli sorunlarımız, yanan orman alanlarında artış, su kıtlığı ve tarımsal üretimde azalış, buna bağlı olarak kırsal alanların sosyo-ekonomik olarak etkilenmeleri olacaktır” dedi.

“Kuraklığın etkileri, alınacak aktif önlemlerle azaltılabilir”

Kuraklık oluştuktan sonra alınacak önlemlerin geç olacağını vurgulayan Ataç; “Böyle bir yaklaşım kuraklık yönetimi değil, ancak kriz yönetimi olur. Kuraklığın, daima karşılaşılma olasılığı yüksek, üstelik yaşanan iklim krizi ile daha da şiddetlenmesi beklenen doğal bir felaket olacağını kabul ederek, hazırlıklı olacak ve etkilerini azaltacak tedbirleri içeren planlar hazırlamak gerekir. Bu kapsamda 25 su havzamızın 13’ünde kuraklık yönetim planlarının hazırlanması önemli bir adımdır. Kalan havzalar için de bu çalışmalar tamamlanmalı, kuraklık riski yüksek ve etkilenebilir nüfusun yüksek olduğu bölgeler önceliklendirilerek hazırlanan planlar ivedilikle uygulamaya konulmalıdır. Kuraklık artışında ana nedenin insan olduğu dikkate alınarak tahrip olan arazilerde restorasyon çalışmaları yapılmalı, arazi tahribatı engellenmelidir. Vakıf olarak bizim de katılım sağladığımız Birleşmiş Milletler Çölleşme ile Mücadele Sözleşmesi 15. Taraflar Toplantısı’nda, Arazi restorasyonlarıyla ilgili ‘2022-2024 için Hükümetlerarası Kuraklık Çalışma Grubu Oluşturma’ taahhüdü verilmesi bu konuda önemli bir adım olmuştur” diyerek 2030 yılına kadar 1 milyar hektar bozulmuş arazi restorasyonunu hızlandırma taahhüdünü mutlulukla karşıladıklarını ifade etti.

Su Kanunu’nun gerekliliğinin de altını çizen Ataç; “Kıt olan su varlığımızı koruyan, etkili bir su yönetimi sağlayan ve kurak dönemlerde su tahsisini düzenleyen bir kanun hazırlanarak yürürlüğe konulmalıdır. Türkiye’de kuraklık riski çok yüksek olmasına ve  tarımsal üretim ve gıda temini ile birlikte ekonomik, çevresel ve sosyolojik birçok etkisi olmasına rağmen, 7269 sayılı Umumi Afetler Kanunu’na göre afet sayılmamakta ve afet istatistiklerinde hiç yer almamaktadır. Oysa dünyada, etkili olan 31 çeşit doğal afet arasında ilk sırada yer almaktadır” diyerek kuraklığın doğal afet statüsüne alınması gerektiğini söyledi.

Umut Yeşertiyoruz!                                                                                      TEMA Vakfı