Translate

6 Nisan 2021 Salı

Veba Geceleri

Barış Özkul

Osmanlı’nın sona eriş öyküsü bir romancıyı kolaylıkla “ulusal alegori” alanına götürebilecek, riskli bir malzeme. Veba Geceleri de “ulusal alegori” okumasına olanak tanıyacak bir “Hurufilik” boyutu içeriyor. Yalnız Abdülhamid devriyle sınırlı kalmayıp erken Cumhuriyet’e kadar uzanan birçok dolaylı ve dolaysız gönderme mevcut: Örneğin Kolağası Kamil ile Mustafa Kemal arasında hem bir isim (k-m-l konsonları) hem de “kariyer” benzerliği var. Kamil, ilkin –Fransız İhtilali’nden etkilenmiş– bir kolağası olarak ayak bastığı adada yerli halktan askerlerle (Karantina Neferleri/Kuvva-i Milliye) Ada’nın yönetimine el koyuyor. Şiarlarından birisi “Minger Mingerlilerindir” – “Türkiye Türklerindir”. (Postanedeki “Teta” marka duvar saatine ateş etmesi “Yunan” alfabesine ve işgaline bir tepki gibi.) Köylere ve Arkaz’a baskın veren –merkezî idareye direnen– Ramiz’in Çerkez Ethem’le benzer tarafları var. Düvel-i muazzamanın Ada’yı ablukaya alması Mütareke İstanbul’una bir anıştırma. (“Yedi düvelle savaş” motifi). Ada’daki Rumların mallarına el konması; insan hakları ihlallerini eleştiren Mina Mingerli’nin pasaportunun iptal edilmesi, gazetecilerin hapse atılması da farklı tarihlere ait Türkiye manzaraları.

Orhan Pamuk, böyle göndermeleri seven, anlatılarını bunlarla saçaklandıran bir romancı. Eserlerindeki bu “bilmece” boyutu kitsch’e kaçmayan bir okuma zevki, bir eşleştirme arzusu da tetikliyor. Ancak Veba Geceleri, “ulusal alegori”yle, “Hurufilik”le ya da anagramlarla (minger-rengim gibi) sınırlı bir okuma yapılacak yapıt değil. Esas değerini bunların ötesinde kazanıyor.

Romanın ilk yüz elli sayfasında kurulan polisiye izleği bütün karakterlerin (yaşayan ya da ölü, hapis ya da muktedir) yazgısını ortaklaştıran bir ana eksen. Geç Osmanlı’ya özgü bir suikast bütün karakterlerin dâhil olduğu bir soruşturmanın önünü açıyor: Abdülhamid’in vebayı kontrol altına alması için Minger’e gönderdiği Bonkowski Paşa, Ada’ya vardıktan bir süre sonra öldürülüyor. Bonkowski Paşa’yı ölüme götüren olaylar Sultan Hamid devrine özgü bir seyir izliyor: Ortadan kaldırılmak istenen paşalar bir bahaneyle sürgüne gönderildikten sonra tereyağından kıl çeker gibi öldürtülüyor (Mithat Paşa gibi): “Abdülhamit, ağabeyinin tahttan indirilip kendisinin tahta çıkarılmasında etkili, bürokrasinin en parlak ve Avrupai veziri ve valisi Mithat Paşa’yı önce Taif zindanına sürmüş, sonra da zindanda boğdurtmuştu ama bunu öyle bir şekilde yapmıştı ki, kimin yaptığı anlaşılamamıştı.” (s. 194)

Veba Geceleri “katil kim?” sorusundan ziyade cinayetlerin araştırılma yöntemiyle meşgul ve bu da bir zihniyet sorununa bağlanıyor. Pakize Sultan’dan Doktor Nuri’ye, Vali Sami Paşa’dan Eczacı Nikiforos’a karakterler cinayetlerle ilgili düşüncelerini açıklarken geç Osmanlı’nın sorun çözme yöntemleri de tartışmaya açılıyor. Abdülhamid burada perde arkasından polisiye anlatıya yön veren başkarakter. Neredeyse bütün karakterlerin onunla ya akrabalığı (Pakize Sultan ve Doktor Nuri) ya da gizli bir bağı (şifre miftahı almak gibi) var. Onun cinayet işletme (Mithat Paşa) ve cinayet araştırma yöntemleri (1905 suikastı gibi) karakterlerin Minger’deki cinayetlere tepkilerini belirliyor.

Abdülhamid’in severek okuduğu Sherlock Holmes’un cinayet araştırma yöntemi “tümevarımcı”dır: Holmes önce delilleri toplar, sonra suçluları tespit eder: onun için esas olan mantık ve nedensellik bağıdır. Romanda Vali Sami Paşa gibi karakterlerin simgelediği Osmanlı zihniyeti ise “tümdengelimci”dir: Önce suçlu belirlenir, sonra suçu doğrulayacak kanıtlar –gerektiğinde işkenceyle– toplanır. (Bütün idare-i maslahatçılığı, iktidarperestliği, uygun zamanı kollayıp rakiplerini tepeleme arzusu, sorunların sopayla çözüleceğine olan inancı, küçük ihtiraslarıyla kendi yıkımını hazırlamasıyla Sami Paşa hem Osmanlı bürokrasisinin kusursuz bir eleştirisi hem de unutulmaz bir “sempatik muhteris” tipi.)

Karşılaşılan sorunların bir nedensellik ve mantık silsilesi içinde, objektif olarak çözülmesi ile sopa yoluyla (idam-işkence) veya kadercilikle (veba) geçiştirilmesi Veba Geceleri’nde cinayetler ile veba kaynaklı ölümleri birbirine bağlayan bir genel sorunsal. Bu sorunsal birçok edebiyat yapıtına göndermeyle zenginleştiriliyor – fare zehri sahnelerinin Monte Kristo Kontu’yla paralelliği, arsenikle intiharın Madame Bovary’nin akıbetine benzerliği gibi. Pamuk, bir teknisyen zekâsıyla, Minger’in muhitlerini, tekkelerini, şeyhlerini, bürokratları ve askerlerini bu temel fark üzerinden adanın haritasına bir bir yerleştiriyor. Karakterler arasındaki yakınlıklar ve uzaklıklar, gerilimler ve çelişkiler mantık ya da kadercilik yolundaki tercihleri üzerinden belirleniyor. Bunun polisiye ile sınırlı olmayan bir medeniyet tartışmasını romanın merkezine yerleştirdiğini söyleyelim.

Polisiye izleği dışında diğer Pamuk romanlarında pek rastlanmayan bazı sahneler de var Veba Geceleri’nde.

Örneğin vebadan ölen karakterlerin son anları. Bu kısımlarda Minger’in sokakları, tepeleri, tekkeleri, binaları, dönemin alışveriş nesneleri ve aksesuarlara odaklı koleksiyoncu dikkati bir kenara bırakılıp ölümle cebelleşen karakterlerin acısı; veba mikrobunun sersemleştirici, kekeletici ve yıkıcı etkisi olağanüstü bir ruhsal derinlikle aktarılıyor. Gardiyan Bayram Efendi’nin son anları, dramatik tonuyla, Raskolnikov’un sayıklamalarına denk bir yoğunluk içeriyor:

Tuhaf rüyalar ve kâbuslar gördü, dalgalı bir denizde yükselip alçaldı! Uçan aslanlar, konuşan balıklar ve alevler içinde koşan köpek orduları vardı! Derken alevler farelere bulaşıyor, yanan şeytanlar gülleri kemirip parçalıyordu. Bir kuyunun çıkrığı, bir değirmen, açık bir kapı durmadan dönüyor, âlem daralıyordu. Sanki güneşten yüzüne ter damlıyordu. İçi sıkışıyor, koşup kaçmak istiyor, kafası bir hızlanıyor, bir duruyordu. (s. 27)

Kolağası/komutan Kamil’in vebadan ölmeden önceki son saatleri, boynunda çıkan hıyarcıkla masasında kalakalması da kusursuz bir sahne:

Komutan askerî kıyafetlerini giymiş, ayağına yaz günü hiç de ihtiyacı olmadığı halde çizmelerini geçirmişti. Doktor Nuri bunun bir an sokaklara çıkıp neferlerin önüne geçip savaşma azmi olduğunu düşündü ama aksini görüyordu: Komutan Kâmil’in değil savaşacak, nefes alacak hali yoktu. Alnı terliydi, güçlükle soluyordu. Doktor Nuri, Komutan’ın tıraş edildiği için kafasını oynatamayan biri gibi kendilerini gözleriyle takip ettiğini fark etti: Sonra gözü kendiliğinden Komutan’ın boynuna gitti. Komutan Kâmil’in boynunun sağ tarafında kocaman bir veba hıyarcığı çıkmıştı ve çok belirgindi. (s. 399-400)

Pamuk’un bu kısımlarda bir roman yazmaktan çok bir resim yaptığı, ya da romanı görsel imgelerin akışına bıraktığı söylenebilir. Bunu hem Minger’deki karantinanın muhtelif ayrıntıları, insan ve taşıt hareketliliği, ölülerin defni gibi hastalığın dışsal denebilecek tezahürleri hem de karakterlerin veba deneyimleriyle ilgili tasvirlerinde görmek mümkün. Ölülerin yıkandığı sahne ancak bir ressamdan beklenebilecek bir ayrıntı titizliğine, derinlik ve mekân duygusuna sahip:

Veba salgınının başladığı günlerde Arkaz’daki bütün Müslüman ölüleri Kör Mehmet Paşa Camii’nin gasilhanesinde berber lakaplı ama berber olmayan ince uzun bir adam tarafından yıkanırdı. Berber, ölüleri kuralınca önce bezle dikkatle silerek abdest aldırır, dudaklarını, burun deliklerini, göbek çukurunu parmağına sıkı sıkıya sardığı bezle silerdi. Sonra adanın zeytininden yapılmış sabunla bol su dökerek ölüleri yıkardı. Aynı işleri kadın cesetlerine yapan yaşlı teyzeye birkaç kuruş verirsen, suyun içine hoş kokulu narin gül yaprakları da atardı. (s. 470)

Hapsedilme deneyimi romanın bir başka kuşatıcı izleği ve o da hem “veba ve karantina” uygulamasına hem de geç Osmanlı’nın çürüyüşüne bağlanıyor.

Ekberiyet usulünün başlamasıyla kafese mahkûm olan Osmanlı şehzadelerinin, h’al edilip Çırağan’a kapatılan V. Murat ve kızlarının ruh hali romanda hem Pakize Sultan ve çevresindekilere hem de Minger’in seküler (Sami, Mazhar, Kamil) ve dini otoritelerine (Hamdullah) sirayet ediyor. Hapis deneyiminin perde arkasında yine Abdülhamid var: Yıllarca süren kafes hayatından ötürü avluda gördüğü koyunu canavar zannedecek duruma düşen Osmanlı şehzadelerinin acizliği; Abdülhamid’i Abdülhamid yapan evhamların gerisindeki hadiselerin ağırlığı; ölüm korkusuyla paranoyaklaşıp zalimleşen, evhamlı halleriyle her şeyden şüphelenen ve cebinde daima bir panzehir taşıyan padişahın dramı katille maktulü aynılaştıran Osmanlı hapishanesinin görünümleri. Veba günlerindeki Minger adası Osmanlı hapishanesinin bir replikası: Vali Sami Paşa, Ramiz, Doktor Nuri, otel odasından ya hiç çıkmayan ya da çıktığında zırhlı landosuyla dolaşmak zorunda kalan Pakize Sultan hep bir hapis hayatı yaşıyorlar. Buna adanın dış dünyadan tecriti ekleniyor. Osmanlı’nın bu küçük “hayali” adası hastalıktan ölmekte olan koca imparatorluğun sembolik mahpushanesi.

Veba Geceleri’nde hastalık, ölüm ve hapis deneyimi karakterleri ortaklaştırsa da bu, birörnekleşme anlamına gelmiyor. Tarihî romanın temel sakıncalarından biri olan toplumu bir bütün içinde sunma çabasının karakterlerin bireyselliğini yok etmekle sonuçlanması tuzağına düşülmemiş. Sami Paşa, Kamil, Pakize, Doktor Nuri, Eczacı Nikiferos, Ramiz, Hamdullah, İlias, Bonkowski Paşa gibi sahnedeki karakterler ve cellat Şakir gibi yan karakterler hepsi kendi içinde bir dünya ve bu dünyalar arasındaki –bazen silahlı müsademeye varan– çatışmalar karakterlerin bireyselliğini öne çıkartıyor. Romanda sesi hiç işitilmese de varlığı hep hissedilen Abdülhamit, V. Murat, Şehzade Burhanettin’in dünyaları ise bireyselliğinden ziyade tipikliğiyle, çürümekte olan Osmanlı’nın yaydığı hastalığın memleketin en ücra köşesine kadar ulaşmasıyla Veba Geceleri’nin dramatik malzemesini meydana getiriyor: “Kederleneceksiniz ama hastalığın padişah kızını getiren gemiden çıktığına herkes daha çok inanıyor şimdi.” (s. 144)

Veba Geceleri bütün bu yönleriyle başarılı bir tarihî roman.

BİRİKİM


*Orhan Pamuk'la söyleşi:-Mutlu degilim!

30 Mart 2021 Salı

Sen Mahir’in arkadaşısın

Onu ilk kez Fikir Kulüpleri Federasyonu’nun (FKF) Dev-Genç’e dönüştüğü Kurultay’da görmüştüm 1969’da. Adını biliyordum daha önceden Aydınlık’ta yazdığı yazılarından: Mahir Çayan!.. Ama tanımıyordum.
O günlerde, Türkiye sosyalist hareketi açık politika alanına çıktığı 1960 başlarından bu yana en çalkantılı döneminden geçiyordu. Türkiye işçi Partisi’nde (TİP) “parlamenter yol”, “parlamento-dışı yol” tartışması keskinleşmiş, Türkiye’de bir sosyalist devrimin imkanlarına ilişkin öngörüler çatışmaya başlamıştı. Türkiye İşçi Partisi (TİP) yönetimi Milli Demokratik Devrimci “eski tüfekler”i “ihtilalci” oldukları gerekçesiyle partiden ihraç ediyordu.
Sovyetler Birliği’nin Çekoslovakya’yı işgali dolayısıyla uluslararası sosyalist harekette Çin ve Sovyet Komünist partileri arasındaki karşıtlık, Türkiye sosyalizmine daha da keskinleşerek yansımıştı. Küba’nın sunduğu sosyalist model ve Fidel Castro’nun her iki “büyük sosyalist ülke”ye boyun eğmeyen eleştirel tavrı tartışmaya yeni bir kutup daha ekliyordu. 1967’de Bolivya’da başlattığı gerilla mücadelesi ölümüyle sonuçlanmış olsa da Che Guevara’nın, “…iki, üç… daha fazla Vietnamlar yaratalım” çağrısı ahlaki çekiciliğinden hiçbir şey kaybetmiş değildi. Ho Şi Minh önderliğinde Vietnam’ın kurtuluş mücadelesi güç kazanıyor, ABD işgalini püskürtüyordu. 1967 yenilgisinin ardından, Filistin Kurtuluş Hareketi bir kez daha dirilmiş ve İsrail işgalcilerine meydan okuyan “fedailik” yeni ve tanıdık bir ”model” olarak zihinleri, çelmiş, Türkiye sınırları içinde de görülmeye. başlamıştı. Avrupa, ABD, Meksika ve Latin Amerika’daki öğrenci hareketinin özgürleştirici idealleri, üniversiteye ve sisteme yönelik sert eleştirileri yüz binlerce genç insanı üç kıtada harekete geçirmeyi sürdürüyordu… Türkiye’de faşist hareket “karşı ayaklanma” hazırlığı çerçevesinde muhalefete karşı iktidarın gözetiminde açıktan örgütleniyor, sosyalistler faili meçhul cinayetlerin kurbanı olmaya başlıyordu…
Bu büyük çalkantı içinde, o FKF Kurultayı, benim gibi, sosyalist harekete 1968 öğrenci boykotları içinde katılmış olanlar için, herkes için olduğundan çok önemliydi. Bizler, TİP ve FKF’deki gerilim ve karşıtlıklar içinden geçerek gelmemiştik. Sosyalist hareketin hizip mücadelesi geleneği içinde yetişmiş değildik. Siyasal söylemlere, hizip aidiyetlerine değil, öğrenci hareketinin gidişi içinde takınılan tavırlara, büyük meselelerde alınan tutumlara bakarak yol almıştık o güne kadar. Ama seziyorduk ki, bir dönüm anına geliniyordu. Büyük sorularımız vardı ve büyük cevaplar bekliyorduk…
Kurultay bütün bu soruların aydınlatılacağı, çözüme kavuşturulacağı bir yol haritasının önümüze serileceği bir büyük forum olacaktı. Hayatlarımızdaki olası önemini kestiremezdik belki ama fikirlerimizin oluşması, tavırlarımızın şekillenmesi açısından bir dönüm noktası olacaktı. Öyle umuyorduk. Heyhat, kurultay büyük bir hayal kırıklığıydı bizler için. Ta ki, söz sırası Mahir Çayan’a gelinceye kadar… O ana kadar, kürsüye çıkan herkes göğsünü yumruklamış, avaz avaz “Aren-Boran oportünizmi”ni lanetlemiş, “öteki”lerin ne kadar “hain” ve “oportünist” olduğunu kanıtlamak için bin dereden su getirmiş ama kafalarımızı kurcalayan bin bir sorudan hiçbirine anlamlı, doyurucu bir yanıt vermemişti… O kurultaydan aklımda bir tek Mahir Çayan’ın konuşması kalmıştı: Bir muhakemeye dayanan, verili durumla Marksist teorik ilkeler arasında bir ilinti arayan, bütün koşulları ve durumları bir devrimin olabilirliği açısından yorumlayan; geleceğe ilişkin bir öngörüde bulunmamıza olanak veren, karşıtlarının neden karşıtı olduğunu anlanmamızı ve kendisine hak vermemizi sağlayan tek sunuştu..
Bizi çeken yalnızca konuşmanın içeriği değil, konuşanın kendisiydi de: Kendinden önceki kaba sabalıkları unutturan düzgün ve akıcı Türkçesiyle, belagatiyle; iki saat boyunca hiç kimseyi, karşıtlarını bile -sinirlendirse de-bıktırmayan etraflı anlatımıyla; tribünlerden atılan laflara, zekice alaylarla cevap verişiyle; gereğinde “efelenişi” gereğinde ders verircesine konusunu sergileyişiyle ve elbette edasıyla, duruşuyla, sözlerini tamamlayan anlamlı yüz ifadesiyle… Konuşması bittiğinde, o ana kadar ruhen koptuğumuz Kurultaya geri dönmüştük. Mahir Çayan gençlik hareketine kendisinden çalınan devrimci aklı ve Marksizmi, sosyalist hareket içindeki mücadeleye kalite ve seviyeyi iade etmişti bir kez daha…
Onun müdahalesi olmasa da o kurultayda MDD’ciler, Aren-Borancıları “tasfiye” edeceklerdi belki ama Türkiye sosyalist hareketinde devrimci bir damar, devrimci gençlik hareketinde de sosyalist bir damar o dönemde uç vermiş olmayacaktı. O güne kadar Marx’ı okuyup dünyayı anlamaya çalışmıştım. O kurultaydaysa dün-yayı değiştirmek için takip etmeye karar verdiğim Türkiyeli bir Marksistle tanıştım. O, 24 yaşındaydı ben de 21…
*. *. *
Mahir Çayan’la karşılaşıp tarafsız kalmış kimseyi bilmiyorum bugüne kadar… Sıradanlığa, düzen içi değerlere meydan okuyan tavrı onunla karşı karşıya gelenlerde ya ona karşı derin bir hayranlık ya da onu yok etmeye ant içecek kadar derin bir nefret doğurdu hep. Kızıldere’de onun yaşamını almaya gelenlerin bütün kuşatma boyunca nasıl herkesten önce onu yok etme tutkusuyla çırpındıklarına tanık oldum. Bu nefret, o öldürüldükten sonra bile haiâ dinmemiş olmalıydı ki, resmiyet dünyasındaki düşmanları henüz soğumamış bedeninin konulduğu tabutunu tekmelemekten kendilerini alamamışlardı… Kızıldere’den sonra kamu vicdanında oluşan sempati, geçmişten kalan tamamlanmamış hesaplaşmaların üzerini örttü, ama sol da, bu “aşk-nefret” geriliminden pek bağışık sayılmazdı doğrusu. Gene de geleneğe uyulduğu söylenebilir, ölenin ardından konuşulmadı pek…
*. *. *
12 Eylül gelip hapishanelerin de üzerine çöktüğünde Malatya “L Tipi” cezaevine nakledildik Niğde’den. Cezaevi idaresi “ıslahı gayri mümkün” olarak kategorize edilmiş olanlar için özel bir “karşılama töreni” hazırlamıştı. Kapı altından karga tulumba hamam götürülüp soyuluyor ve sopa yiye yiye hücrenize götürülüyordunuz. Sıra bana geldiğinde itilip kakıldımsa da fazlaca yaralanıp berelenmeden hücreme tıkıldım. “Azrailler”ime “neden” diye sorduğumda aldığım yanıt 1969’da dinlediğim uzun konuşmanın 15 yıl içinde Türkiye’nin her yerinden duyulmuş olduğunun, 1972’de feda edilen hayatın değerinin toplum vicdanında biline geldiğinin bir işaretiydi benim için: “Sen, Mahir’in, Deniz’in arkadaşısın!”
Kendime doğru arkadaşlar seçmiştim.
________________________________
Oral Çalışlar, Denizler İdama Giderken, Gendaş Yayınları, 2002, s. 36-40 içinde, Ertuğrul Kürkçü, “Tanıdığım Mahir Çayan”

29 Mart 2021 Pazartesi

27 Mart Dünya Tiyatro Günü Alternatif Bildirisi

“Tiyatro perde açamadı ama iktidarların kanlı oyunları hiç perde kapatmadı”

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü, her sene 27 Mart Dünya Tiyatro Günü’nde “alternatif bildiri” yayımlıyordu. Öğrencilerin her sene heyecanla beklediği, okulun duvarlarına ve kapılarına asılıyordu.

Kanun hükmünde kararname (KHK) ile eğitimcilerinin birçoğu ihraç edilmiş olsa bile ihraçlar, bölüm geleneğini değiştiremedi. İhraç edilen Tiyatro Bölümü akademisyenlerinden Süreyya Karacabey, bu sene de “27 Mart Tiyatro Haftası Alternatif Bildirisi”ni kaleme aldı.

Karacabey’in kaleme aldığı alternatif bildiri:

27 Mart kutlu olsun

Yolları kapalıydı bizi sahneye götüren bütün caddelerin, oyuncular rollerine sarılıp beklediler uzun süre. Ölüm gölünün kıyısındaydı Nina, kefenler dikiyordu seyircilerine. Hamlet’i oynayan oyuncu, bir intikamın peşinde değildi, ekmek götüremediği için evine, surların dibinde yürüyordu. Treplev’i oynayan oyuncu tıpkı onun gibi sığamadı hikayesine, bir ümit bulmak için karanlık geçitlerde dolaştı. Işıkçılar ellerinde bir fenerle geçtiler sokaktan, dağılmış dekorları toplayamadı sahne tasarımcıları, rollerin büründüğü sihirli kumaşlar, paramparça oldu oyuncuların düşleri gibi, sonra konuşamasınlar diye gelip ağızlarını kapattılar. Tiyatrolar kapalıydı, karanlıkta gölgeleri büyürken fuayenin, seyir yerinin ve sahnenin, bir söz boşlukta yankılandı: BÜYÜLÜ ŞEYLER MADDEDEN YAPILMIŞTIR!

Bir ölüm gemisiydi zaman, kıyılarımıza sadece ölüler bıraktı, veda etmeden gömdük sevdiklerimizi, her şey yasaktı. Sahneye birlikte bakmak yasaktı ama arka sokaklardaki atölyelerde, merdivenaltlarında, fabrikalarda yasak değildi ölümüne çalışmak. Tiyatro perde açamadı ama dünyanın her yerinde iktidarların kanlı oyunları hiç perde kapatmadı, rolleri yasaklanmadı, kostümleri parçalanmadı. Tiyatro yasaktı, bir ufka beraber bakmak yasaktı ama hep birlikte seyredildi işsizlik intiharları. İnşaatlarda çalışırken ölenlere, evler arası kutular taşırken caddelere düşen kuryeçocuk bedenlerine bakmak yasak değildi. İçine doğru daralan evlerde kanayan çocukların ve kadınların çığlıklarını işitmek yasak değildi. Her şey bir süre unutuşa bırakıldı, çalgısını kılıfına koyarak kendini öldüren çocuklar unutuşa bırakıldı, kapanan mekanlar, çalışmak zorunda olduğu için hastalananlar, ıssız mezarlıklarda törensiz yatanlar, unutuşa bırakıldı. Onların bütün fısıltısını beklerken kaydetti boş sahneler, unutuşa bırakılan her şeyi bir gün anlatacaktı. Hiç açılmayan kapıların ardındaki tavanda bir söz asılı kaldı: BÜYÜLÜ ŞEYLER MADDEDEN YAPILMIŞTIR!


sendika.org