Son günlerde ‘Türkiye’nin en
önemli sorunu enflasyondur onu çözersek her şey çözülür’ şeklinde bir söylem
aldı yürüdü. Enflasyon gerçekten önemli bir sorundur ve mutlaka çözülmesi
gereklidir. Özellikle de dünyada enflasyonun, yalnızca sorunlu ülkelerde
kaldığı bu dönemde düşürülememesi kabul edilebilir bir mesele değil. Bunların
hepsi doğru ama nasıl ki yüksek faiz yüksek enflasyonun sonucuysa enflasyon da
başka şeylerin sonucudur.
Enflasyon sorununu çözebilmek
için önce enflasyonun nereden kaynaklandığına bakmak gerekir. Enflasyonun iki kaynağı
vardır: Talep kökenli enflasyon ve arz (ya da maliyet) kökenli enflasyon.
Eğer bir ekonomide arz miktarı
değişmediği halde talep miktarı artıyorsa o zaman ekonomide talep kökenli enflasyon
oluşur. Talep kökenli enflasyon çeşitli nedenlerle ortaya çıkar. Örneğin nüfus
artmışsa talep de artar. Ya da her şey sabitken merkez bankası piyasaya daha
fazla para sürmüş ve bu para tüketicinin eline geçmişse talep yine artar. Talep
enflasyonunu önlemenin yollarından birisi piyasadaki para arzını düşürmek
ve/veya faizleri enflasyonun üzerine yükselterek pozitif reel faiz vermek ve bu
yolla insanları daha fazla tüketimden vazgeçirip tasarrufa yönlendirmekten
geçer.
Eğer bir ekonomide arzda daralma
ya da maliyetlerde artış oluşmuşsa o ekonomide arz yönlü enflasyonist baskıdan
söz edilebilir. Arzda daralma, talep düşmediği halde üretim miktarında düşüş
olması halidir. Ki bu fiyatların yükselişe geçerek enflasyon oluşumuna yol
açabilir. Maliyetlerde artış üç şekilde ortaya çıkabilir: (1) Üretim
faktörlerine ödenen bedellerde artış olabilir (ücret artışı, kira artışları,
finansman maliyetleri ve dolayısıyla faizlerde artış.) (2) Girdi fiyatlarında
artış olabilir (üretimde kullanılan hammadde, ara malı, sermaye malı fiyatları
artabilir.) (3) Kurlarda artış ortaya çıkabilir. Bu durumda üretimde kullanılan
ithal girdilerin fiyatları artabilir. Petrol, doğalgaz fiyatlarında artışın
etkilediği enerji fiyat artışlarına ek olarak kurda ortaya çıkan artışlar bu
tür girdilerin ithal fiyatlarını dolayısıyla firmaların üretim maliyetini
artırır.
Türkiye’de durum
Türkiye’de Kasım 2020 itibarıyla yıllık
manşet enflasyon (TÜFE ile ölçülen enflasyon) yüzde 14,03 olarak açıklandı. Bu
enflasyonun kökeni nedir? Talep enflasyonu mu yoksa arz enflasyonu mu yoksa her
ikisinin de bulunduğu bir karma enflasyon mu söz konusu? Bu soruya yanıt
verebilmek için önce talebi etkileyen unsurlara bakalım.
Figen Yüksekdağ Son zamanlarda elde avuçta satacak bir şeyi kalmayan iktidar, “Türk tipi
antiemperyalizm” satıyor. Bu da “Türk tipi başkanlık” gibi bir şey. Aslında
benzemek şurda dursun, tahrip edip köküne kibrit suyu dökmeyi tarif ediyor.
Hitler’in dünyada sosyalizmin prestijinin yükseldiği, halk ve emek
hareketlerinin sermaye iktidarları karşısında büyük tehdit oluşturduğu bir
dönemde, Nasyonal-sosyalist adını taşıyan partiyle sahneye çıkması en bilinen
örneklerdendir. Ardından sadece sosyalizm değil, cüzi insan hak ve
değerlerinin canına okumaya yeminli bir savaşa gömülmüştü dünya. Yani,
egemenlerin büyük insanlık mücadelesinin ürettiği müspet kavram ve değerleri
“işgal ederek” yürüttüğü siyaset, o kavramların en uç karşıtına denk düşüyor.
Çünkü en kaba, ırkçı milliyetçilikle mühürlenmiş zihniyet ve pratikten başka
bir şey çıkmaz. Olsa olsa böyle akla zarar “akıl oyunları” çıkar.
Şimdilerde Türkiye’de benzer oyunları sergileyen bir iktidar hüküm sürüyor.
AKP’si, MHP’si, Susurluk-derin devlet çeteleri “milli çıkarlar” adı altında
savaş ve şiddet politikalarını tırmandırırken, bunu büyük emperyalist
devletlere karşı bağımsızlık ve diklenme gösterisine dönüştürüyor. İşin bir
yanı gösteri, bir yanı gerçek. Kendini cihan fatihi sayma cakaları ne kadar
gösteriyse, bu hayalle yatıp-kalkıp bulduğu her fırsatta oraya buraya
yayılmacı tırnakları atma pratiği de o kadar gerçek. Ama eski emperyal Osmanlı
ruhunu çağıran, ümmetin liderliği hayaliyle, büyük Turan düşlerini harmanlayan
dönemin egemenleri, ne yaparsa yapsın ruh çağırmaktan öteye gidemiyor. En
azından sözünü ettiğimiz eğilimlerce desteklenen ve şişirilen, Erdoğan’da
simgeleşmiş bir “şahsım emperyalizmi” seviyesine gelebiliyorlar.
Bu tür emperyalizmin bazı özellikleri var. Güçlü olana diş geçiremeyip, kaos
ve istikrarsızlık üreterek kendine alan açma, ulaşabildiği her yere savaş
ihraç etme ve esas olarak büyük emperyalist devletlerle en üst düzeyde
işbirliği… Bitti mi? Tabii ki hayır. Gücü sadece mazlum halklara yeter bu
türün, Kuzey Suriye’de halkın ağır bedellere ve ölçüsüz zulme rağmen bir avuç
statü kazanma ihtimali karşısında kaplan kesilenler, ABD’nin “kafası gidik”
başkanının elinde yıllarca yedikleri tokat ve aşağılanmayı yutarlar. Kürtlere
düşmanlığa hizmet eden bu çeşit uşaklığa gönüllü koşarlar. Bugün ABD’yle
birlikte bölgede kapsamlı bir anti-Kürt operasyonunda ortaklaştıkları gibi.
“Van minüt”la başlayan tribünleri coşturup, bu arada cüzdanları yürütme
taktiği hala en canlı yönetme tarzıdır. Milliyetçilik ile hipnotize edilen
kitlelerle, “hem aklınızı hem nafakanızı alırım” gibisinden alay eden bir
tarzdır bu. Ama alay edilerek yönetilme taktiğinden en ağır payını alan HDP ve
sol partiler harici muhalefettir. “Türkiye’nin oradaki buradaki çıkarları”
borusu çalınca hemen iktidarın ardında hizalanan, muhalefet ayarları bozulan
bir siyasi zaafiyet hali var oldukça, bu iktidar da var olma gücü bulacaktır.
Siyaseti “gösteri sanatlarıyla” algı hokkabazlığıyla harmanlayıp, kendilerine
biricik bağımsızlıkçı ve antiemperyalist hikayesi yazanlar, muhalefetin boş
bıraktığı alanda at koşturmayı, ayrıcalık haline getirecektir elbette.
Muhalefeti 5. kol faaliyeti yürütmekle, düşman devletlerin ajanı olmakla
karalayanlar, ABD’de lobilere yedirdikleri paranın, Avrupa kurumlarına
verdikleri rüşvetin ve kapıların-kameraların ardında rica-minnet
sergiledikleri kalitesizliğin hesabını vermedikleri için rahattırlar. Nasıl
olsa kirli siyaset toprağında ürettikleri yalan mahsüllerinin hazır alıcısı
vardır.
İktidarlara gelişlerini ve hala kalışlarını emperyalizme borçlu olanların,
yalan ve manipülasyona da dayansa söylem üstünlüğü edinmesi, Türkiye
siyasetinin arızalı tarafı. En son 2018 genel seçimlerini, başta Londra’daki
faiz lobisi gelmek üzere uluslararası finans tekellerinin ve emperyalist
devletlerinin “Henüz AKP ve Erdoğan ile işinin bitmemesi” nedeniyle şaibeli
biçimde kazananlar, şimdi canhıraş halde kendilerine verilen ödevi yapıyorlar.
Türkiye-Kürdistan coğrafyasının kaynak ve birikimi, tarihte görülmemiş düzeyde
satışa getiriliyor. Önceden sadece Batı merkezli emperyalizme olan bağımlılık,
şimdi Avrasyacı çizginin ağırlık kazanmasıyla, Doğu merkezli emperyalizme de
bağımlılığa dönüştü. Çift dikiş, katmerli bağımlılık ve hizmet hali yani.
Böyle olunca Amerika’yla Rusya, NATO’yla Avrasya arasında savrulup duran,
büyük devletlerin birbirine karşı, oyun tahtasına dönen, kafası duman olmuş
bir acayip “Güçlü Türkiye” manzarası çıkıyor ortaya.
Görünürde sergilenen bol hot-zotlu ve gerilimli ilişkinin aksine, hakim
devletler zayıf halkayı yakalamış bırakmıyor. İktidar ömrünü uzatmak için her
türlü pazarlığı yapacak, her çeşit “al gülüm-ver gülüm” ilişkisine girebilecek
bir iktidardan daha zayıf halka olabilir mi, emperyalistler için? Haliyle
AB’den ABD’sine, Rusya’sından Çin’ine, yıllardır idare ediyorlar bu iktidarı.
Onlara rağmen değil, onların her türlü desteği, açık-gizli anlaşmalarıyla
AKP-Saray-MHP rejimi kendini sürdürüyor.
Türkiye’deki rejimin, bilhassa da son 18 yılın emperyalizmle yapısal ilişki
tarihinin ve güncel örneklerin, alternatif demokratik siyaset tarafından ele
alınması, halkları aydınlatmanın, gerçeği ifşa etmenin başlıca gündemlerinden
olması önemlidir. İktidarın yalandan yazdığı hikayenin kendisinin inanması,
inanmayanı da sopa sallayarak kabule zorlaması karşısında demokratik muhalefet
etkin bir söylem geliştirebilmeli.
Emperyalizme ilk günkü kadar bağlı, mazlum haklara ise acımasız ve emperyal
iktidar siyasetine kim “milli çıkar” hamasetiyle doğrudan-dolaylı destek
veriyorsa, tarihsel suçların ortağıdır; bunu da unutmamak gerekir. Küresel
emperyalizme benzemeyen ama bölgesel-yerel anlamda en az onun kadar yıkıcı,
sömürücü karakter taşıyan “Şahsım” emperyalizmi çizgisi etrafında
kümelenenler, az-buçuk muhalefet pozisyonlarını da yitirirler. Zaten tam da bu
nedenle iktidar karşısında gerçek bir başarı kazanamıyorlar; çünkü demokratik
fark taşımıyorlar.
Açık ki, siyasi iktidar ve paydaşlarının sözünü ettiğimiz bu mutant
emperyalizm, antifaşist halk hareketiyle aşılabilir. Bu bilinç ve hareket
etrafında birleşen halklar, bölgesel ve küresel barış, kardeşlik, dayanışma
eksenine dayanan alternatif bir düzeni var edebilir. Ortadoğu’nun bağrında
yeşeren “Demokratik ulus” program ve deneyimi, bu hedefin uzak bir hayal
olmadığını gösteriyor.
Figen Yüksekdağ'ın Özgür Politika'da yayınlanan yazısı
40. YILDÖNÜMÜNDE MARAŞ KATLİAMI: BİR DİRENİŞÇİNİN TANIKLIĞI
Tarih 21 Aralık 1978: İki gün öncesinde Çiçek Sineması’nda patlayan bombanın ardından, iki solcu öğretmenin öldürülmesi. Tarih 22 Aralık 1978: Öldürülen öğretmenlerin defnedilmesini Ulucami önünde toplanan binlerce kişilik kitlenin “Müslüman Türkiye, kahrolsun komünistler” sloganlarıyla engellemesi. Ve büyük vahşetin başlangıcı. Resmi rakamlara göre, 111 kişinin katledildiği, yüzlerce kişinin yaralandığı, 300’e yakın konut ve işyerinin yakılıp yıkıldığı bir vahşet.
Maraş Katliamı, Orhan Gazi Ertekin’in vurguladığı gibi, aynı zamanda vahşete karşı bir direnişti. O direniş olmasaydı, katliamın boyutları misliyle katlanacaktı. 23 Aralık sabahının erken saatlerinden itibaren ertesi güne dek sürdürülen saldırılara karşı Yörükselim mahallesinde yapılan savunma bu direnişin anıtlarından biriydi. Maraş Katliamı’nın 40. yıldönümünde, 21-25 Aralık günlerinde neler yaşandığını, Yörükselim’in nasıl savunulduğunu ve katliamın ertesinde suçu solculara yıkmak için neler yapıldığını birinci elden dinlemek üzere Tahsin Kozanoğlu’na bağlanıyoruz.[*]
-Maraş katliamının dönüm noktası iki öğretmenin öldürülmesiydi. Siz o günden (21 Aralık) itibaren kendinizi katliamın tam ortasında buldunuz. Katliam aşamasına nasıl gelindi?
Tahsin Kozanoğlu: Öğretmenlerin öldürüldüğü gün (21 Aralık) Adana’dan yeni dönmüştüm. Haberi aldığımda TÖB-DER’deydim. Hacı Çolak ve Mustafa Yüzbaşıoğlu tanınan, sevilen insanlardı. Mustafa Yüzbaşıoğlu bir İstanbul beyefendisiydi, halk ve öğrenciler içinde de etkindi. Maraşlıydı, fakat İstanbul Türkçesiyle konuşurdu. Yakışıklı, çok esprili bir insandı. Çok sıkıydı ilişkimiz. Bu haber üzerine herkes şok oldu. Olayın yaşandığı ve Hacı Çolak’ın evinin olduğu Yörükselim’e çıkıldı. Hastaneye gittiğimizde, büyük kalabalık vardı. Hacı Çolak ölmüştü. Cenazeyi evine götürdük. Mustafa Yüzbaşıoğlu’nun ölümcül yara almadığı söyleniyordu.
-Nasıl saldırıya uğradıkları biliniyor muydu?
İki hoca beraber yürürken bir kişi gelip “Merhaba hocalar” diyerek ateş ediyor. Çok miktarda bilgi geliyordu. Ama ne kadarı sağlıklı, bilmek zor. Biz gittiğimizde Mustafa Yüzbaşıoğlu yaralıydı ve oldukça ayrıntılı ifade vermişti. Katili tanımıyordu, ki bu da kendi çevresinden biri olmadığını gösterir. İfadesinde bazı sanat okulu öğrencilerinin isimlerini veriyor. Zaten sanat okulu öğretmeniydi. “Bu kişiler beni vuranı biliyor olabilir” diye ifade veriyor.
-O okulda dikkat çeken bir gerilim var mıydı, yoksa genel olarak Maraş’taki gerilimin ve çatışma ortamının sonucu muydu vurulmaları?
Okulda kavgalar var. Tepkiler var. CHP’nin iktidara gelmesiyle solcu öğretmenlerin Maraş içindeki okullara tayinleri yapılıyor. Buna karşı, “Solcu öğretmenler atılsın, TÖB-DER kapatılsın” diye talepler yükseliyor sağ görüşlü öğrencilerden. Solcu öğrencilerin eğitimlerine devam etmelerini engellemeye çalışıyorlar. Yüzbaşıoğlu bunlardan dolayı, bazı şüphelendiği öğrencilerin isimlerini veriyor. Bir gün sonra (22 Aralık’ta), sabaha doğru, Mustafa Yüzbaşıoğlu’nun vefat haberi geldi. İnsanların kaygıları gittikçe artmıştı, ne yapabileceklerini konuşmaya başlamışlardı.
-Cenaze töreni nasıl organize edildi?
Bir tertip komitesi yoktu. Esas olarak TÖB-DER’li öğretmenler öne çıkıyordu. Beklentimiz otopsi yapıldıktan sonra cenazelerin defnedilmesiydi. Fakat, sabah hastanenin önüne gidip saatlerce beklediğimiz halde otopsi tamamlanmadı. Sonradan düşündüğümüzde, cenazelerin bekletilmesi ve otopsinin geciktirilmesinin özellikle yapıldığı şüphesine kapıldık. Ama o gün öyle bir düşüncemiz yoktu. Zaten cenazeyi alıp hemen defnetmeyi kararlaştırmıştık. Cenaze bekletilip tam öğle namazı sırasında verilince, Cuma cemaati ile karşı karşıya kalmamız kaçınılmazdı. Camiye yaklaştığımızda karşımızda on bin kişiye yakın bir topluluk gördük. O camide hiçbir dönemde bu kadar insan toplanmamıştı namaz için. Bugün bile Ulucami bin kişiyi almaz. Belliydi ki, hazırlanmışlar.
Cenaze tam öğle namazı sırasında verilince, Cuma cemaati ile karşı karşıya kalmamız kaçınılmazdı. On bin kişiye yakın bir topluluk “Müslüman Türkiye, kahrolsun komünistler” sloganı atıyordu. O linç topluluğunu gördüğümüz an ne yapacağımızı düşünmeye başladık.
-Nasıl hazırlanmışlar sizce?
Maraş’ın Bertiz köylülerine haber gidiyor, hatta anonslar yapıldığı söyleniyor ve belediye arabalarıyla yakın köylerden insanları camiye taşıyorlar. O arada Maraş’ın muhafazakâr kesimi de caminin önünde toplanıyor.
-Cenazeyi hastaneden almanızdan sonra neler oldu?
Ulucami’ye kadar üç-dört kilometrelik yolu yürümeye başladık. Belediye önüne kadar geldik. “Katillerden hesap sorulsun” sloganları atılıyor. Belediye meydanına geldiğimizde önümüzde büyük bir topluluk gördük, polis ve jandarma kortejin önünü kesti. O anda, meydandaki Köker eczanesinin üstündeki birinci kattan üzerimize sandalyeler, benzeri eşyalar atılmaya başladı. Diğer tarafımızdaki Maraş kalesinin üstünden ise üzerimize taş yağmaya başladı. Bunun üzerine, jandarmalar kale tarafına doğru havaya ateş etti. Daha önce de cenaze kaldırmıştık, ama hiç böyle bir olay yaşamamıştık, bir saldırı olmamıştı.
Karşılık verdiniz mi?
-Zaten cenaze topluluğu polis ve jandarma tarafından sıkı biçimde aranmıştı. Tek bir kişide bile taş dahi yoktu. Kortejin etrafında da polis ve jandarma vardı. Karşıdan gelen taşı onlara geri atma şeklinde bir karşılık oldu olduysa. “Mustafalar, Hacılar ölmez” sloganları atıyoruz. Sonradan, “Muhammed’in piçleri” diye bir slogan atıldığı iddia edildi. Bu çok komik. Maraş katliamında Sünnilerin hassasiyetlerini sömürmek için kullandıkları en büyük yalandır bu. Zaten klişe haline gelmiştir. Nerede böyle bir cinayet işlense, mutlaka bir hakaret bahsi koyarlar. Ama tek bir somut bilgi yoktur. Ben korteji sürekli en önden arkaya kadar kontrol ediyordum. Bırakın bu sloganı, herhangi bir tahrik edici slogan atılmadı. Sadece “MHP ve Ülkü Ocakları kapatılsın” sloganları atıldı. Camiye 300 metre kala durdurulduk. Karşı taraftan “Müslüman Türkiye, kahrolsun komünistler” sloganı atılıyordu.
-Toplanan kalabalığın cenaze törenini engelleyeceğini o anda anladınız mı?
İlerlenemeyeceği görülüyordu. Güvenlik güçleri de uyardı. Geri çekilme kararı aldık. Jandarma cenazeleri hastaneye götürdü. Cenaze töreni için gelen herkes Yörükselim’e döndü. Başka sığınacak yer yoktu zaten. Belki Karamaraş’a gidilebilirdi, ama orası nereden baksanız 10-15 kilometre uzaktaydı. Herkesi Yörükselim’e toplayan şey korunma ve güvenlik duygusuydu. Maraş ilk defa öyle bir kalabalık görmüştü ve taşkın hareketleri vardı.
-Bir çatışma bekliyor muydunuz önceden?
Önceden öyle bir şey beklenmiyordu. Fakat cenazeyi bile kaldıramadığımızı görünce kendimizi nasıl koruyacağımızı düşünmeye başladık. Biz esas olarak çatışmayı Pazarcık’ta bekliyorduk. 1976’da Pazarcık’ta bazı olaylar yaşanmıştı. Belediye başkanı Memiş Özdal’a bombalı paket gönderilmişti. Özdal paketi kabul etmeyince postane memurları tarafından açılıyor ve patlamada memurlardan biri hayatını kaybediyor, biri yaralanıyor. Gözümüz o nedenle Pazarcık’taydı. Maraş merkezde böyle bir saldırının olacağını tahmin etmiyorduk, kendimizi özel biçimde koruma ihtiyacı duymamıştık. Camideki o linç topluluğunu gördüğümüz an ne yapacağımızı düşünmeye başladık. Elimizde ruhsatlı silahlar dışında herhangi bir koruma aracımız yoktu.
-Cenazenin defnedilmesini engelleyen kalabalığın daha da ileri gideceği, işi katliama vardırabileceği endişesi cenaze topluluğunun genelinde var mıydı?
Bu düşünce bırakın cenaze kitlesini, bizde dahi yoktu. Saldırı bekliyorduk. Ama boyutunun bu seviyede olması düşündüğümüzün çok ötesindeydi. Cenaze dağıldığında herkes korkuyla Yörükselim’e geldi. Açık ve gözle görülür bir korku vardı. Öğrenciler evlere ve Sağlık Okulu’na yerleşti. Bazı öğretmenlerin kafası kırılmıştı. Bunları görenlerin endişe ve korkusu haliyle artıyor. Bu nedenle çatışmanın açık bir saldırıya dönüşebileceğini düşündük, o gece güvenlik imkânlarını tartıştık.
-Nasıl bir koruma planı geliştirdiniz?
Elimizde ruhsata tabi küçük silahlar vardı sadece. Birkaç arkadaş silah bulmak üzere Pazarcık’a gitti, ama dönemediler. Pazarcık yardım alabileceğimiz en yakın yerdi. Önlerini jandarma kesiyor ve ellerindeki silahlarla yakalanıyorlar. Osman isimli biri vardı silah işlerinden anlayan. Ona sordum. O da bir akrabasında bir kalaşnikof tüfek olduğunu söyledi. Bunun üzerine, Mağaralı mahallesindeki evinden gece 3’te silahı alıp döndük. 500 de mermi vardı. O kalaşnikoftan başka, küçük tabancalar dışında elimizde hiçbir şey yoktu. Mermiler ise çok kısıtlıydı. Saldırıya karşı elimizdeki bütün malzeme buydu.
23 Aralık sabahı, Mağaralı’dan Yörükselim’e doğru dört-beş bin kişinin aktığını gördüm. Aramızda 300 metre vardı. Av tüfekleri ve tabancalarla çevreye ateş ediyorlardı. Ön sıralarda halktan insanlar, arka tarafta ise ETKO militanları vardı.
-Saldırı nasıl başladı, nasıl gelişti?
23 Aralık sabahı, saat 7 gibi, kadınlar dışarda bağırmaya başladı: “Birbirlerini öldürüyorlar.” Önce bunun mahalledeki bir kavga olabileceğini sandım. Bir anda böyle bir kavga çıkmasına pek anlam da veremedim. Dışarı çıktığımda Mağaralı mahallesinden Yörükselim’e doğru dört-beş bin kişinin aktığını gördüm. Aramızda 300 metre kadar mesafe vardı. Ellerindeki av tüfekleri ve tabancalarla çevreye ateş ediyorlardı. Ön sıralarda halktan insanlar, arka tarafta ise ETKO (Esir Türkleri Kurtarma Ordusu) militanları vardı. Mesafe 150-200 metreye kadar inince parkamın fermuarını açtım, silahı çektim ve topluluğun ön tarafına doğru ateş ettim. Ön tarafta ETKO militanları olmadığı için üzerlerine ateş etmedim. İlk anda maksadım korkutup geri döndürmekti. Önlerine düşen kurşunlar topluluğun biraz çekinmesine yol açtı. Fakat arkadan gelenler öndekileri itekliyordu. Birkaç dakikalık bir duraklamadan sonra, topluluk yeniden ilerlemeye başladı. Bu kez ön sıranın ayaklarına doğru taradım ve yere düşenler oldu. Düşenleri alıp geri çekilmeye başladılar.
-Direniş o anda başlamış oldu galiba.
Biz o andan itibaren durumu fark etmeye başladık. O aşamadan sonra, mevzi almaya ve askeri tarzda düşünmeye başladık. Bazı binaların üstüne, kahvelerin önüne konum almaya başladık. Bir saat sonra, Mağaralı mahallesinin Yörükselim sınırının alt tarafından bir topluluk yeniden yukarıya doğru ilerleyerek saldırmaya başladı. Aşağıdan gelen topluluk neredeyse mahallenin ortasındaki kahvenin önüne kadar geldi. Orta Kahve’nin üstünde bizim arkadaşlarımız vaziyet almıştı. Fakat, aşağıdan o kadar yoğun ateş ediliyordu ki, başlarını kaldırıp topluluğun ilerlemesini engelleyecek müdahalelerde bulunamıyorlardı. Zaten ellerinde sadece birkaç tabanca vardı. Aşağı Kahve’nin camını kırıp, içeri ateş atıp yağmalamaya başladılar. Aynı anda bizi de yoğun ateşe almışlardı. Orta Kahve’nin üstünde Hamit Kapan, Derviş Koç, İbrahim Candemir konumlanmıştı, ama arkadaşlar kafalarını kaldıramıyordu. O anda Hıdır ve bir başka arkadaşımızın daha kafalarına saçmalar isabet etti. Ben daha yukardaki bir binanın tepesindeydim, onların durumunu görebiliyordum.
-Saldırı kesintisiz mi devam etti?
İlk saldırı sabah 7 sularındaydı, ikincisi bir saat sonra, üçüncüsü akşama doğruydu. Üçüncüsünde hastanenin önündeki caddeden saldırdılar. Yine çok yoğun ateş ediyorlardı. Burada arkadaşlarımızdan biri topluluğa doğru soba borusunun içinden küçük tabancayla ateş etti. Bunun üzerine, talancı grup havan topuyla ateş edildiğini, top kullanıldığını söyleyerek jandarmaya şikâyette bulunmuş. Jandarma gelip o binayı aradı ve soba borusunu buldu. Çok garip bir durumdu. Jandarma kendi mahallemizde dışardan gelen katliamcı grubu durdurmak için bir şey yapmıyor, ama bizim karşı koymamıza müdahale etmekte hızlı davranıyordu. O sırada her evde yaklaşık kırk-elli kişi bulunuyordu. Herkes çığlık çığlığa, kadınlar, çocuklar ağlıyordu.
-Saldırı gece de devam etti mi?
Geceleri atışlar kesiliyordu. İlk saldırıların olduğu günün (23 Aralık) gecesi, Mikail isimli arkadaşımız yukarıda nöbet tuttuğum yere geldi. Hafif duraksayarak, ama olağan bir durummuş gibi, babasının kalp krizi geçirip öldüğünü söyledi. Çok üzgündü. Fakat babasının ölümünü idrak etmemiş gibiydi. Her an hepimizin ölebileceği, öldürülebileceği bir durumdaydık, ecelle ölümü bile olağan karşılıyorduk. Katliam sırasında yaşadığımız bu olay sık sık aklıma gelir. İnsan tehlike esnasında galiba duygularına izin vermiyor. Akşamları nöbetle geçiyordu. Benimle beraber birkaç arkadaşımız vardı. Onlar aşağıyı kontrol eder, haber getirip götürürdü. Biz yukarıda her an gelebilecek saldırıya karşı tetikte bekliyorduk. Bu üç-dört gün hiç uyumadım. Sürekli nöbetteydik. Stratejik noktalardaki damların üstünde bekliyorduk. Kahvelerin damları üzerinden bir haberleşme sistemimiz vardı. Bir hareketlenme olduğunda ona göre konum alıyorduk. Zaten silah seslerini ve “vurun, öldürün komünistleri” sloganlarını duyuyorduk. Ertesi gün saldırılar yeniden başladı. Bu kez Yörükselim’in üst tarafındaki Çamlık mevkiinden profesyonel olduğunu düşündüğümüz bir grup tarafından saldırı yapıldı. Epey kalabalıktılar. Bir arkadaşımız elimden silahı aldı ve hızla oraya yetişti. Biz oraya ulaştığımızda halktan bazı insanlar “Neredesiniz, bizi niye korumuyorsunuz” diye sitem ettiler. Korkuları her hallerinden belliydi. Can derdine düşmüş bu insanlara diyecek bir şey yoktu. Onlara her ne pahasına olursa olsun onları koruyacağımızı söyledik. Elimizden gelen her şeyi tek bir silahla yapmaya çalışıyorduk. O tek silahı merkezi noktalarda tutuyorduk ki, her yönden gelebilecek saldırılara karşı hızlıca elden ele aktarabilelim diye. Zeytinlik mevkiinden iki kişi tüfeklerle bize ateş etmeye başladı. Otomatik tüfekle onlara karşılık verince zeytinlerin arkasına saklanıp kaçtılar. Sonra başkaları geldi, ateş etmeye başladı, ben yine karşılık verdim. Hemen yanımda, şarjörleri dolduran Bekir Vural isimli arkadaşım vardı. Omzundan vuruldu. Onu sıhhiye işinden anlayan bir arkadaşımızın bulunduğu yere taşıdık. Dürbünle Çamlık kesimini sürekli kontrol ediyordum. Sırtlarında torba olan üç-dört kişi dolaşmaya başladı. Bu esnada, asker Çamlık sınırına geldi ve topla Çamlık’a doğru birkaç defa ateş etti. On bine yakın kişi mahallede, evlerde sığınıyordu. Aralıksız ve ısrarla saldırmaya devam ediyorlardı. Asıl hedeflerinin bu topluluk olduğu belliydi. Sonradan jandarma kayıtları ve iddianameden benim ve diğer birkaç arkadaşımın ateş ettiği yerler tarif edilerek “otomatik silahlarla yoğun şekilde ateş edildiği” şeklinde tasvirler yapıldığını gördük. Fakat, elimizdeki otomatik tüfek sayısı hepi topu bir taneydi ve saldırgan topluluk nerden yaklaşırsa ona karşı koymak için sürekli hareketli haldeydik. Çamlık mevkiinden saldırılar sabah erken başlamıştı. Sınırdaki evler yakılıyordu. Derviş Koç arkadaşımızın evi bu esnada yakıldı. Kalaycı Mahmut isimli kişinin evini basıp evdekileri öldürmüşler. Yavaş yavaş Yörükselim dışındakilere neler yaptıklarını doğrudan ve somut olarak kavradığımız evreye gelmiştik. Çok yaklaştıklarını ve daha devam edeceklerini endişeyle fark ediyorduk. Elimizden geldiğince direnecektik. Dışarda çok ciddi katliam olduğunu görüyorduk. Fakat dışarı çıkma imkânımız yoktu. Yakında olduğumuz için hastaneye getirilenleri görüyorduk. Mahallede kıstırılmıştık. Diğer taraflardaki saldırının hangi boyutlarda olduğunu bilmiyorduk. Fakat insanların katledildikleri haberlerini alıyorduk.
-Başka yerlerde neler yaşandığını sadece tahmin ediyordunuz, öyle mi?
Yörükselim’in dışındaki yerleri görmedik. Neler olduğunu bilmemiz mümkün değildi. Ama bize böyle bir saldırı olduğuna göre, dışarda kalanlara neler yapılmış olabileceğini düşünüp üzüntüye kapılıyorduk. Tek bir silahla onlara yardım edebilmemiz mümkün değildi. Tek silahla dışarı çıksaydık bu kez Yörükselim’deki on bin insanın toptan imhası sonucu doğacaktı. O durumda ölenler yüzlerle değil, binlerle ölçülürdü. Cenazeden kaçanların tümü neredeyse Yörükselim’e sığınmıştı.
-Yörükselim mahallesinde evlerdeki insanların durumları nasıldı?
Nöbet tuttuğum damın altındaki evde yaklaşık 60 kişi bulunuyordu. İnsanlar korku içindeydi. Dışarı çıkamıyorlardı. Daha önemlisi, biz dışarıda direnişin içindeydik ve her şeyi görüyorduk. Ama onlar dışarda ne olduğunu bilmeden korku içinde bekliyorlardı. Her an ölüm korkusu, direnişin aşılması ihtimali karşısında hem de hiçbir şey yapamadan geçen onca gün. Onların durumunun bizden daha zor olduğunu düşünürdüm hep.
Sürekli nöbetteydik. Stratejik noktalardaki damların üstünde bekliyorduk. Bir haberleşme sistemimiz vardı. Bir hareketlenme olduğunda ona göre konum alıyorduk. Zaten silah seslerini ve “vurun, öldürün komünistleri” sloganlarını duyuyorduk.
-Bütün bu uzun direniş sürecinde zaman nasıl akıyordu?
O an zaman diye bir şey yoktu bizim için. Hep tek bir ânı yaşıyor gibiydik. Ne yediğimizi bile hatırlamıyorum. Sigara ve çay dışında bir şey hatırlamıyorum doğrusu. Yörükselim zaten fakir, emeğiyle geçinen insanların mahallesiydi. İlk günden sonra ekmek bile kalmamıştı. Sahiplerine haber vererek bazı bakkalları açtırdık. Bir dükkânın sahibini bulamadık. Arkadaşlarımız kilidini kırıp içerideki unu alıp evlere dağıttı. Bu esnada içme suyuna zehir atıldığı şayiası yayıldı. Bir süre su içmek istemedi kimse. Yemek aşağıdaki evlerde yapılıyor ve bize ulaştırılıyordu. Zaten ekmek, bulgur, zeytinden oluşuyordu. Uykusuzluk çok zordu. Ama bir yandan da uyuyamıyordunuz. O gerginlik yüzünüzde tuhaf bir uyanıklık ve yorgunluk hali olarak sabitlenmişti sanki.
-Yörükselim dışında bir de Karamaraş mahallesinde direniş örgütlenebilmiş. Katliamı engellemek için Pazarcık-Yolboyu köyünden şehre gelen muhtar Mehmet Mengücek’in Karamaraş’ta bir yüzbaşı tarafından öldürüldüğü söyleniyor. Bu konuda bilginiz var mı?
Mehmet Mengücek bizim hareketimizin üyesiydi. Cenazelerin engellendiği günün (22 Aralık) akşamı Pazarcık’ta muhtarı olduğu Yolboyu köyüne haber salmıştık. O gün kızkardeşinin düğünü varmış. Buna rağmen motosikletine atlayıp bir MAT otomatik tüfekle Karamaraş’a geliyor. Üç gün boyunca mahallenin korunması için çaba gösteriyor. Karamaraş’ta Bingöllüler, Muşlu Kürtler yoğunlukla yaşardı. Mehmet Mengücek elindeki tek otomatik silahla mahalleyi korumaya alıyor. Birkaç gün boyunca savunmayı devam ettiriyor. Bulunduğu evi yaralı olarak terk ederken bir yüzbaşı tarafından çok yakından ateş edilerek öldürülüyor. Yüzbaşının kim olduğunu tespit edemedik. Babasının bize söylediği “sırtında küçük bir deliğin olduğu, göğsünde ise deliğin tamamen açıldığı” şeklinde. Bu da silahın çok yakından, hatta vücuduna dayanarak ateşlenmiş olduğunu gösteriyor.
-Ertesi gün de saldırı devam etti mi?
Bir sonraki gün devam etmedi. Son gün (25 Aralık) jandarma yavaş yavaş girmeye başladı, evlerimiz arandı. Silahı odunluğa saklamıştık. Sonradan, İsmail Öztaş isimli bir köylü, “Yörükselim’i kurtaran silah” diyerek onu satın almış ve onda yakalanmış. Evde Che Guevara’nın resminin yanına Mahir, İlker Akman, Hasan Basri Temizalp ve Yusuf Ziya Güneş’in fotoğraflarını koymuştuk. Jandarmanın biri bunları gördü ve komutanına sordu. Komutan “Onlar Latin Amerikalı resimleri, bırak” dedi. Biz hemen Maraş’tan çıkmamız gerektiğine kanaat getirdik. Fakat, Maraş’tan göç edilmesi taraftarı değildik. Buna kesin olarak karşı çıktık.
-Mahalle sakinleri göç etmeye başlamış mıydı?
Tabii ki. Her yerde kamyonlar vardı. Herkes göçme hazırlığı yapıyordu. Bizse onlara “Yörükselim’deki direniş nedeniyle hayatını kaybeden olmadı, dayanışmaya devam edersek doğru davranmış oluruz” diyorduk, terk etmeyelim diye telkin ediyorduk. İlk anda ikna oluyor, taşınmaktan vazgeçiyorlardı. Fakat zaman içinde, biz oradan uzaklaştıkça göçler de artmaya başladı. O sırada herhangi bir gözaltı olmadı. Zaten herkes kimin saldırgan, kimin mağdur olduğunu görüyor, biliyordu. Böyle bir anda mağdurlara gözaltı yapılabilmesi mümkün değildi. Diğer yandan, artık askerler cemselerle halkı köylere ve ilçelere taşıyordu.
-Katliamdan yaklaşık iki yıl sonra, bu kez sizi Maraş Katliamı’ndan sorumlu tutmaya dönük bir 12 Eylül fantezisi devreye girdi. Bu nedenle gözaltına alındınız. Nasıl gelişti o süreç?
Katliam sonrası Maraş’tan çıkıp Göksun ve Afşin ilçelerinde kaldım bir süre. Sonra, örgütsel nedenlerle arandığım için İstanbul’a geçtim. Kardeşimin kimliğiyle dolaşıyordum. Temmuz 1980’de, yemek yapmakta kullandığımız küçük tüp bittiği için evden çıktım. Bir sokakta birkaç kişi iki farklı yerden dur ihtarında bulundu. Ben de tüpü üstlerine fırlatıp kaçmaya çalıştım. O anda çapraz ateşe tutuldum, vücuduma yedi kurşun isabet etti. Gözlerimi hastanede açtım ve kardeşimin kimliğiyle polise ifade verdim. Bana ateş edenlerin kim olduğunu hâlâ bilmiyorum. Fakat, aynı yerde benden başka yedi-sekiz kişiyi kıstırıp bu şekilde infaz etmiş ülkücüler. Bunu sonradan duydum. Polis olduklarını zannetmiştim. Bana ateş ettikten sonra kaçıp gitmişler. Daha sonra bacaklarım sargılı vaziyette Pazarcık-Narlı’daki evimize geldim. Hatırlıyorum, Yılmaz Güney’in Öldükleriyle Kaldılar kitabını okurken geldiler ve beni gözaltına aldılar. Maraş sıkıyönetim komutanlığında gözlerim bağlanıp işkencehaneye alındım. Sıkıyönetim komutanlığı benim okuduğum okuldu, Maraş Eğitim Enstitüsü.
-Doğrudan işkencehaneye mi götürüldünüz?
Evet. İlk girdiğimiz anda zaten sorgu sual olmazdı. Kaba dayakla başlarlardı. Girer girmez, gözlerin bağlı halde sopa ve yumruklarla bir karşılama yapılırdı. Kim olursan ol, herkes bu standart karşılamadan nasibini alırdı. Ben koltuk değnekleriyle idim. Duvarın kenarına oturttular beni. Sürekli yaralı bacağıma tekme atıyorlardı. Beraber yargılandığımız davadan arkadaşlarımız vardı, onlar önceden yakalanmıştı. Bazılarının artık aklını yitirmiş vaziyete geldiğini fark ettim. Bir arkadaşımız, sorguya gidenlerden kimin adı söylense, “burada” diye sesleniyordu. Erkekti, ama örneğin Elif diye seslenildiğinde, hemen öne çıkıyor, “burada” diyordu. Baskı ve işkencenin verdiği moral çöküntüsü yenilgi duygusunu daha da derinleştiriyordu.
Hepimizi spor salonunun bir odasında, ikişerli ranzalara zincirlediler. 12 kişiydik. Aylarca bu şekilde bekletildik. Gözlerimiz sürekli olarak bağlıydı. Maraş Katliamı’nı üzerimize yüklemeye çalışıyorlardı. 9 ay 12 gün boyunca bu şekilde işkencede kaldım.
-Sorgu nasıldı, neler soruldu?
Beni bir hafta kadar bu şekilde beklettiler. Bu süre içinde hiçbir soru sorulmadı. Sadece taciz amacıyla düzenli olarak yaralı bacağıma tekme atıp gidiyorlardı. Bu esnada, DHB’lilerin (Devrimci Halkın Birliği) sorgusu sürüyordu. Bir olay var ki, ağlasam mı, gülsem mi, bir türlü karar veremem. DHB davasında işkenceli sorgulardan geçirilen Arif isimli bir kişiyi öldü diye hücrenin önüne atmışlardı. Maraş’tan tanıdığım iki demokrat arkadaşımız Arif’in durumunu kontrol etmeye çalıştılar. İşkence yapıldığında dışardan merhem alınmasına izin verilirdi. Arkadaşlar dışardan merhem aldırıp Arif’in vücuduna, yaralarına sürmeye başladı. Bir süre sonra, Arif canlanmaya, ses vermeye, hareket etmeye başladı. Jandarma da başlarındaydı. Merhem süren arkadaşlardan biri yaralı arkadaşımıza “Arif gurban, sağ tarafında bir şey yok” dedi. Bir an durakladı “sol” sözcüğünü ağzına almaktan çekindi ve diğer tarafa “sol” diyemeyeceğini düşünerek, “sağ tarafının yanındaki diğer tarafta da bir şeyin yok” demesi üzerine, jandarmalar da dahil, herkes gülmeye başladı. Sol sözcüğünü kullanmaktan bile yaşanan korkunun espriye aktarılmış bu hali çok çarpıcıydı.
-Sizin sorgunuz sırasında mı Maraş katliamı üzerinize yıkılmaya çalışıldı?
Hayır. Bu ilk aşamada sadece örgütsel ithamlar vardı. İlk sorgu bir buçuk ay sürdü. Hakkımda pek bir şey bilmiyorlardı. Bu süre içinde kaba dayak ve çeşitli ince işkence teknikleri uyguluyorlardı. Herhangi bir bilgi alamadılar. Bizi 141-142. maddelerden, yani komünizm propagandası yaptığımız iddiasıyla tutukladılar. Bir müddet cezaevinde kaldıktan sonra hakkımızda başka örgütten insanlara sorarak bilgi toplamışlar. Bunun üzerine, arkadaşımız Hamit Kapan’ı Maraş cezaevine getirdiler. Bizi onunla beraber yeniden cezaevinden alıp gözaltına, işkenceye götürdüler. Falaka, elektrik, tazyikli su gibi çeşitli işkence yöntemleri uyguluyorlardı. Bu kez Maraş olaylarını bizim çıkardığımızı, provokasyon yaptığımızı iddia ediyorlardı. Öğretmenlerin öldürülmesini de bizim üzerimize yıkmaya çalıştılar. Bu zaten akıl sır alacak şey değildi. Kaldı ki, öğretmen Mustafa Yüzbaşıoğlu’nun ifadesi de çok netti. Dahası, Maraş’ta ne kadar bombalama yapılmışsa, üzerimize atmaya çalışıyorlardı. Bizden sürekli silah istiyorlardı. Bu da mümkün değildi. Zaten silahlarımız yakalanmıştı.
-İşkenceler sırasında katledilen arkadaşlarınız oldu, onlar kimlerdi?
İşkencede dört arkadaşımız öldürüldü. Cennet Değirmenci, Ali Ekber Yürek, Fehmi Özarslan ve Mehmet Ceren. Fehmi ve Mehmet’le aynı hareket içindeydik. Her ikisi de sonradan yakalanmıştı. İçeri alınır alınmaz işkenceye başladılar. Fehmi işkencecilere sloganla karşılık veriyordu. Birkaç gün boyunca kaba dayak, elektrik, askı uyguladılar. Ciğerleri artık boğazına gelmişti, nefes alamıyordu. Mehmet Ceren de aynı şekilde işkenceden geçirildi. Günler süren işkenceler neticesinde iki arkadaşımız yanıbaşımızda öldü. Katliamı üzerimize yıkmak için artık yapmayacakları şey kalmamıştı. Bu arada, Mamak cezaevinden, aralarında Hamdullah Erbil, Mustafa Ertekin, Hüseyin Gevher, Ali Köker isimli arkadaşlarımızın olduğu bir grubu getirdiler. Hepimizi spor salonunun bir odasında, zincire vurup bağladılar. İkişerli ranzalara, yatağa zincirlediler. 12 kişiydik. Aylarca bu şekilde bekletildik. Adımız o dönemden sonra “Zincirliler” olarak kaldı. Gözlerimiz sürekli olarak bağlıydı. Başımızda da bir jandarma eri nöbet beklerdi. Sorguda olmadığımız zamanlar, yine gözlerimiz bağlı halde zincirle el ve ayaklarımızdan yatağa bağlanırdık. Bizden silah istiyor, Maraş Katliamı’nı üzerimize yüklemeye çalışıyorlardı. 9 ay 12 gün boyunca bu şekilde işkencede kaldım. Özellikle arkadaşım Hamit Kapan’a çok yüklenildi, ona 200 gün aralıksız işkence yapıldı. Bütün bu işkencelerden sonra, artık gerçeklik duygumuzu yitirmiştik. Aylarca gözlerimiz kesintisiz bağlı kalmıştı. Bir yıl boyunca, hayatla tek ilişkimiz kulaklarımızlaydı. Diğer her duyumuz körelmişti. Kimseyle konuşmamıza izin verilmiyordu. Zincire vurulmuş haldeyken başımızda bekleyen jandarmalar tarafından her saniye kontrol ediliyorduk. Arada jandarmaların nöbet değiştirdiğini ayak seslerinden fark ediyorduk. Bir aşamadan sonra, artık ifade vermenin anlamını bile kavrayamaz olmuştuk. Ölüm bizim için iyi bir seçenek haline gelmişti. Örneğin, Hamit 200. gün, uykusunda kabul etmişti bir-iki suçlamayı. Gerçeklik duygumuzun tamamen yittiği anda, önümüze konan metne imza atmıştık. Zaten hiçbir bilgi, belge ve silah istemez olmuşlardı bizden. Sadece kabul etmemizi istiyorlardı.
Filistin askısı, çarmıh, elektrik, falaka… Bize yoğun işkence yapan kişi Humeyni lâkabıyla tanınıyordu. Gerçek adı Ali Aydın. Birkaç yıl sonra, “Onlar nasıl olsa bir gün beni bulup öldürecekler. Onlar öldürmeden kendi hayatıma son veriyorum” notu bırakarak intihar etti.
-İmzayı atmanızdan sonra işkence sona erdi ve cezaevine mi götürüldünüz?
Hayır. Cezaevine götürülmek üzere bizi hazırlıyorlar, gözbağlarımızı çıkarıyorlar, zincirlerimiz çözülüyor ve savcıya ifade için çıkarılıyorduk. Savcı adliyede değildi, sıkıyönetim komutanlığının içindeydi. Bize Maraş olaylarında provokasyon yaptığımıza dair metinler okunduğunda imzamızı reddedince, savcı “Bunlar bu işi yapmamış, alın götürün tekrar” diye yeniden işkenceye iade ediyordu. Ve işkence yeni baştan başlıyordu. Savcının ismini de hatırlıyorum. Erhan Güney’di. Bugün gibi hatırlıyorum, mavi kareli bir gömlek giyerdi. Küçük gözlü, kısa boylu biriydi. Bize bunu birkaç defa yaptı ve bir yargı mensubu olarak işkencemizin süresini uzattı. Savcıdan her döndüğümüzde ters askı, Filistin askısı, çarmıh, çarmıhta elektrik verme, falaka… Kaba dayak zaten olağan durumdu. Bu işkence süreçlerine dair bir olayı unutamıyorum. Bize yoğun işkence yapan, özellikle falakaya yatıran kişi Humeyni lâkabıyla tanınıyordu. Gerçek adı Ali Aydın. Birkaç yıl sonra, “Onlar nasıl olsa bir gün beni bulup öldürecekler. Onlar öldürmeden kendi hayatıma son veriyorum” notu bırakarak intihar etti. Bunun üzerine, cezaevinde sorgulandık, “Tehdit mi ettiniz bu kişiyi” denerek. Tehdit etmemiz mümkün değildi. Ama zaten Maraş’ta bütün her şey, her gerçek tersine çevrilmişti. Saldırıya karşı kendimizi savunurken fail haline getiriliyorduk. Polis Ali Aydın bize aylarca işkence etmesinin kendisinde yarattığı ruh hali ve cezalandırılma korkusuyla intihar ettiğinde bile biz fail olarak sorgulanıyorduk. Gerçekten de Maraş’ta dünya tepetaklak tersine çevrilerek kurulmuştu.
[*] Tahsin Kozanoğlu 1958, Maraş-Pazarcık doğumlu. Katilam günlerinde Maraş Eğitim Enstitüsü’nde öğrenci, Yörükselim mahallesinin savunulmasının ön saflarındaki devrimci gençlerden biri. 1980 Temmuz’unda hedef olduğu çapraz ateşte vücuduna yedi kurşun isabet etti. 12 Eylül ertesinde ayakları alçıdayken gözaltına alındı, 9 ay 12 gün işkencede kaldı. Üç yılı hücrede olmak üzere yedi yıl cezaevinde yattı, 1987’de tahliye edildi. 1992’de İsviçre’ye iltica etti, halen Cenevre’de yaşıyor.
Kitap olarak hazırlanan “Maraş Katliamı” başlıklı çalışmanın bir parçası olarak yapılan söyleşinin bir bölümünü özetleyerek yayınlıyoruz.
Söyleşi>>> https://birartibir.org/ sayfasından alınmıştır.
Amerika Birleşik Devletleri, ülke tarihinin en yoğun toplu ölüm dönemlerinden birinin ortasında bulunuyor. Sadece bir hafta içinde 16 binden fazla insan —günde ortalama 2.300 insan— koronavirüsten öldü.
1918 “İspanyol gribi” pandemisi sırasında ise, ABD’de iki yılda yaklaşık 675 bin kişi —günde ortalama binden daha az insan– hayatını kaybetmişti. 1995’te, korkunç AIDS salgınının doruğunda, bir yılda 41 bin kişi –günde yaklaşık 112 insan (bugünkü oranın 20’de 1’i)— öldü.
İspanya’nın Barselona kentinde bulunan Collserola morgunda, içlerinde gömülmeyi veya yakılmayı bekleyen koronavirüs kurbanlarının bulunduğu tabutlar. (Fotoğraf Kaynağı: AP/Creator: Emilio Morenatti)
Önümüzdeki birkaç gün içinde, koronavirüsten toplam ölüm sayısı, 300 bini geçecek. Başka bir ifadeyle, tüm ülkedeki her bin kişiden biri koronavirüsten ölmüş olacak. Kalp hastalığını ve kanseri geride bırakan koronavirüs, artık ABD’deki başlıca ölüm sebebidir.
Bu ölüm seviyesinin her gün, her hafta, her ay meydana geldiği koşullarda verilen resmi yanıt, ortaya çıkan felaketi önemsememek biçimindedir.
Ölüm “normalleştirilmiştir.”
Medyada ölü sayısı her gün bildiriliyor. Hatta zaman zaman, her iki ebeveynin de ölmesi veya bir ailenin yok olması gibi özellikle korkunç olaylar aktarılıyor. Fakat sonra konu bırakılıyor ve haber bülteni bir sonraki maddeye geçiyor. Bu dinmeyen felaketin büyük ve acil bir müdahale gerektirdiğine dair hiçbir kabul söz konusu değil. Kimin, nerede ve hangi koşullarda öldüğünü inceleme girişiminde bulunulmuyor.
Beyaz Saray’daki faşizan diktatör bozuntusu Trump, ölümler önemsizmiş gibi davranıyor. Daha önce de “hemen hemen hiç kimse” etkilenmedi, demişti. Trump yönetiminin tüm politikası, hastalığın yayılmasını ve ölümleri durduracak koordine bir müdahaleyi engelleme üzerine kurulmuştur.
Başkan seçilen Joe Biden ise, geçtiğimiz hafta, gelişigüzel bir biçimde, “Ocak ayına kadar 250.000 kişinin daha ölmesi muhtemel,” diyordu. Bu devasa ölü sayısını, acil bir eylem gerektirmeyen kaçınılmaz bir kozmik olaymış gibi sundu. Bu tahminin gerçekleşmesini önlemek için herhangi bir acil müdahale talebi olmadı. Salı günü Biden, okulların açık kalması gerektiği talebine odaklanan koronavirüs politikasını özetledi. Egemen sınıf, okulların açık kalmasını, işçileri işyerinde tutma bakımından olmazsa olmaz olarak görüyor.
Ölümün normalleştirilmesi, kökleri sınıf çıkarlarına dayanan, “ekonomik sağlık” ile “insan yaşamı”nı kıyaslanabilir olgular olarak ele alma ve ikincisi karşısında ilkine öncelik verme kararından doğmaktadır. Bu kıyaslama ve önceliklendirme, siyaset kurumunun, oligarkların ve medyanın yaptığı gibi kabul edildiğinde, toplu ölümler kaçınılmaz görünür.
Bu berbat hesaplama yönteminden şu slogan ortaya çıkar: “Çare hastalıktan daha kötü olamaz.”
Kapitalizm altında, “ekonomi”, işçi sınıfının sömürülmesi demektir. “Çare” —yani hayat kurtarmak için alınacak en temel tedbirler —kâr birikimi sürecini etkilediği ölçüde, kabul edilemezdir. İşçi sınıfından artık değer çıkarılmasını baltalayan veya bu artık değeri acil durum önlemleri ve sosyal hizmetler aracılığıyla kapitalistlerden başka tarafa yönlendiren her şey reddedilmelidir.
Buradan şu sonuç çıkar: İşçiler ölmelidir. Marx, kapitalizmin “ölçü tanımayan hırsı”ndan, “artık emeğe duyduğu kurtlara özgü açlık”tan söz ettiğinde, bunlar sadece edebi ifadeler değildir; bunlar, dehşet verici toplumsal gerçekliği ifade ederler.
Egemen sınıfın ABD’de ve dünya genelinde pandemiye verdiği yanıt, pandemiden önceki koşullardan kaynaklanmaktadır. Ronald Reagan ve Margaret Thatcher’ın göreve gelip, “toplum diye bir şey yok” (Thatcher) diye ilan etmelerinin üzerinden yaklaşık 40 yıl geçti. Thatcher ve Reagan tarafından pazarlanan sağcı liberteryen “serbest piyasa” ideolojisi, Bill Clinton gibi Demokratlar ve Tony Blair gibi İşçi Partililer tarafından benimsenerek siyaset kurumunun bütün parçalarının temeli haline geldi. Onların gerici “serbest piyasa” çareleri, her ülkedeki kapitalist politikaların temelidir.
Onlarca yıldır, hem Demokratlar hem Cumhuriyetçiler, sosyal harcamalarda ve programlarda kesinti yaparak giderek daha büyük meblağları mali piyasalara akıttılar. Bu süreçte, şirketlerin sadece insan haklarına sahip olduğu, şirketlerin —ve mali oligarşinin— çıkarlarının insanlardan üstün olduğu ilan edildi.
İnsan hayatının yalnızca soyut bir ekonomik öneme sahip olduğu finansallaşmış bir dünyada, artık değer üretmekle meşgul olmayanlar —ve bakım maliyetleri, emek gücünün harcanmasıyla üretilen artık değer kitlesinden çıkarılanlar— “değersizdir.” Kâr-zarar hesapları nerede yapılırsa yapılsın, Malthus’un hayaleti her zaman oradadır.
Bu temel sınıfsal mantıktan, uygulanan şu politika çıkar: virüs tehdidinin önemsiz gibi gösterilmesi, zenginler için devasa kurtarma paketi, fabrikaları ve okulları geri açma kampanyası. Bu politikanın öngörülebilir sonuçları şu anda gözler önüne seriliyor.
Egemen seçkinlerin umursamazlığını şiddetlendiren başka faktörler de var. Koronavirüs pandemisi, öncelikle yaşlıları ve işçi sınıfını etkileyen bir hastalıktır. COVID-19; fabrikalarda ve yüz yüze çalışmanın olduğu işyerlerinde hızla yayılıyor, birçok kuşağın aynı haneyi paylaştığı ve genellikle sosyal mesafe olanağının bulunmadığı evlerde yaşayan işçi sınıfını orantısız şekilde etkiliyor.
Amerika Birleşik Devletleri’nde, hastalıktan hayatını kaybedenlerin yüzde 80’i, emeklilik yaşı olan 66’dan yaşlıydı. Ülkedeki COVID-19 vakalarının sadece yüzde 5’i bakım evlerinde görüldü ancak bu tesislerdeki ölümler, toplam ölümlerin yüzde 40’ına (100 binden fazla insana) denk düşüyor.
Fakat virüsün egemen sınıfa ve bizzat Beyaz Saray’a kadar yayılması bile, izlenen politikayı etkilemedi.
Pandeminin durdurulması ve hayatların kurtarılması, bu felaketi yaratan toplumsal düzeni ortadan kaldırmaktan ayrılamaz. Ölümler önlenebilecek olmasına rağmen yüz binlerce insanın hayatının anlamsızca kurban edilmesi, kapitalist düzenin gerici ve insanlık dışı karakterinin ve yerini sosyalizme bırakması gerektiğinin en büyük kanıtıdır.
... ve Rosa Luxemburg'dan bu konuda ne öğrenebiliriz
Michael Löwy
Rosa Luxemburg kadar enternasyonalist sosyalizm gündemine bağlı hisseden çok az Marksist düşünce lideri vardır. Yahudi, Polonyalı ve Alman'dı, ancak tek "anavatanı" Sosyalist Enternasyonal'di. Bununla birlikte, radikal enternasyonalizmleri, onları ulusal sorun üzerinde tartışmalı konumlara da götürdü. Örneğin, memleketi Polonya'ya gelince, yalnızca Polonya Sosyalist Partisi von Piłsudski'nin "sosyal yurtseverleri" tarafından yapılan ulusal bağımsızlık talebine karşı çıkmakla kalmadı, aynı zamanda Polonya'nın kendi kaderini tayin hakkını (ve Rusya'dan ayrılma) desteklemeyi de reddetti. . 1914'e kadar, bu duruşu öncelikle "ekonomik" bir şekilde haklı çıkardı: Polonya ekonomisi Rus ekonomisine iyi entegre edilmişti. bağımsızlık, gerici aristokratik ve küçük-burjuva sınıflardan tamamen ütopik bir talep. Ona göre uluslar esasen "kültürel" fenomenlerdi, bu yüzden "kültürel özerkliği" milliyetçi özlemlere uygun yanıt olarak gördü. Ancak yaklaşımlarında görünmeyen şey, Lenin'in vurguladığı ulusal sorunun siyasi boyutudur: halkların demokratik kendi kaderini tayin hakkı.
Luxemburg, soruna metinlerinden en az birinde çok daha açık ve diyalektik bir şekilde yaklaşıyor: 1905'te yayınlanan “Enternasyonalizm ve Sınıf Mücadelesi” adlı makale koleksiyonunun girişinde. Lehçe Kutsal Yazılar ». Bununla, her ulusun "sosyalizmin en temel ilkelerinden doğan" (1905, 192) meşru bağımsızlık hakkı ile Polonya örneğinde reddettiği, böyle bir bağımsızlığın çabalamaya değer olup olmadığı sorusunu birbirinden ayırır. Ayrıca ulusal baskının, "fanatik, ateşli isyan ve nefreti" kışkırtan "barbarlığında en dayanılmaz şey" olduğunu vurgulamaktadır (ibid., 217).
Lüksemburg'un enternasyonalizmini ele alan analizlerin çoğu - benimki de dahil - uluslar sorunu üzerine gerçekte sorunlu tezlerine odaklanıyor. Eksik kalan, pozisyonlarının olumlu yönleri, yani Marksist proleter enternasyonalizm kavramına olağanüstü katkıları ve milliyetçi ve şovenist ideolojilere boyun eğmeyi inatla reddetmeleridir.
"Bütün ülkelerin işçileri birleşin!"
Georg Lukács History and Class Consciousness (1923) adlı kitabında Lüksemburg'un Marksizmine ayrı bir bölüm ayırdı. Burada, diyalektik bütünlük kategorisinin "kuralı" nın "bilimdeki devrimci ilkenin taşıyıcısı" olduğunu ileri sürer (Lukács 1923, 39). Ona göre, Luxemburg'un yazıları, özellikle de ana eseri "The Accumulation of Capital" (1913), bu diyalektik yaklaşımın mükemmel bir örneğiydi. Aynı şey enternasyonalizmi için de söylenebilir: bütün toplumsal ve politik sorunları bütünlük açısından, örneğin uluslararası işçi hareketinin çıkarları perspektifinden yargıladı. Bu diyalektik bütünlük ne bir soyutlama ne de boş bir evrenselcilikti: Luxemburg çok iyi farkındaydı uluslararası proletaryanın kültürü, dili ve tarihi ile yaşam ve çalışma koşulları büyük farklılıklar gösteren insanlardan oluştuğunu. “Sermayenin Birikimi” nde, Güney Afrika'daki madenlerde ve tarlalarda, Alman fabrikalarında muadili olmayan zorunlu çalıştırmayı ayrıntılı olarak anlatıyor. Ancak onlar için bu farklılıklar ortak mücadelenin önünde bir engel değil. Onlara göre enternasyonalizm, Marx ve Engels'in çağrısına göre, «bütün ülkelerin proleterleri birleşin!» Anlamına geliyordu. - menşei ülkesi ne olursa olsun tüm işçilerin ortak düşmana karşı birliği: kapitalist sistem, emperyalizm ve emperyalist savaşlar. Dil ve tarihin yanı sıra yaşam ve çalışma koşulları büyük farklılıklar gösterir. “Sermayenin Birikimi” nde, Güney Afrika'daki madenlerde ve tarlalarda, Alman fabrikalarında muadili olmayan zorunlu çalıştırmayı ayrıntılı olarak anlatıyor. Ancak onlar için bu farklılıklar ortak mücadelenin önünde bir engel değil. Onlara göre enternasyonalizm, Marx ve Engels'in çağrısına göre, «bütün ülkelerin proleterleri birleşin!» Anlamına geliyordu. - menşei ülkesi ne olursa olsun tüm işçilerin ortak düşmana karşı birliği: kapitalist sistem, emperyalizm ve emperyalist savaşlar. Dil ve tarihin yanı sıra yaşam ve çalışma koşulları büyük ölçüde farklılık gösterir. “Sermayenin Birikimi” nde, Güney Afrika'daki madenlerde ve tarlalarda, Alman fabrikalarında muadili olmayan zorunlu çalıştırmayı ayrıntılı olarak anlatıyor. Ancak onlar için bu farklılıklar ortak mücadelenin önünde bir engel değil. Onlara göre enternasyonalizm, Marx ve Engels'in çağrısına göre, «bütün ülkelerin proleterleri birleşin!» Anlamına geliyordu. - menşei ülkesi ne olursa olsun tüm işçilerin ortak düşmana karşı birliği: kapitalist sistem, emperyalizm ve emperyalist savaşlar. Ancak onlar için bu farklılıklar ortak mücadelenin önünde bir engel değil. Onlara göre enternasyonalizm, Marx ve Engels'in çağrısına göre, «bütün ülkelerin proleterleri birleşin!» Anlamına geliyordu. - menşei ülkesi ne olursa olsun tüm işçilerin ortak düşmana karşı birliği: kapitalist sistem, emperyalizm ve emperyalist savaşlar. Ancak onlar için bu farklılıklar ortak mücadelenin önünde bir engel değil. Onlara göre enternasyonalizm, Marx ve Engels'in çağrısına göre, «bütün ülkelerin proleterleri birleşin!» Anlamına geliyordu. - menşei ülkesi ne olursa olsun tüm işçilerin ortak düşmana karşı birliği: kapitalist sistem, emperyalizm ve emperyalist savaşlar.
Bu nedenle, Sosyal Demokratların saflarına yükseldikten sonra bile, Alman militarizmine herhangi bir taviz vermeyi ve savaş kredileri veya seferleri için parlamento onayını reddetti. Partinin sağ kanadının müzakere etmeye istekli olduğunu açıkça kınadı: silahlanmada yaratılan "gerekli işlere" atıfta bulunarak haklı gösterilemeyecek bir sosyal demokrasiden teslim olarak. Peter Nettl, bir dereceye kadar akademik de olsa Luxemburg biyografisinde, tamamen yanlış bir şekilde, SPD'nin duruşuna direnişinin, yüksek işsizliğin sınıf mücadelesi için iyi olduğu inancıyla beslenen, tamamen resmi bir “kuru çalışma” olduğunu iddia ediyor (Nettl 1969).
Sınırsız dayanışma
Lüksemburg, zamanının birçok sosyalistin aksine, konu Avrupa'ya geldiğinde enternasyonalizmin ilkelerini savunmakla kalmadı. Avrupa devletlerinin sömürgeciliğine erkenden karşı çıktı ve sömürgeleştirilmiş halkların mücadelelerine sempatisini açıkça ifade etti. Ayrıca, 1904'te Güney Batı Afrika'daki Herero ayaklanmasının acımasızca bastırılması gibi, Afrika'daki Alman Reich'ının sömürge savaşlarına da yönelikti. Haziran 1911'de yaptığı bir konuşmada, Herero hakkında şunları söyledi:
«[…] 'Suçları', sömürü için açgözlü endüstriyel şövalyelere ve beyaz köle sahiplerine teslim olma ve anavatanlarını yabancı işgalcilere karşı savunma konusundaki isteksizlikleriydi. [...] Bu savaşta da Alman silahları kendilerini bolca şöhretle kapladı. […] Erkekler vuruldu, kadınlar ve çocuklar yüzlercesi tarafından yanan çölde kovalandı […] »(1913a, 537).
İmparatorluğun 1911'de "Fas krizinde" Agadir'e silahlı botlar gönderdiği Kuzey Afrika'da Almanya'nın (Fransa'ya) emperyalist küstahlığını kınadı ve Cezayir'deki Fransız sömürgeciliğini, geleneksel Arap klanına karşı burjuva özel mülkiyetine zorla karşı koyma girişimi olarak yorumladı. Komünizmi zorla. Sosyal Demokratların Parti Okulunda 1907'den 1908'e kadar siyasal ekonomi üzerine verdiği derslerde, gelişmiş ülkelerdeki sanayi proletaryasının modern komünizmi ile sömürgelerdeki emperyal, kâr güdümlü egemenliğin ilerlemesine direnen erken komünist güçler ve yapılar arasındaki bağlantıları vurguladı. En önemli ekonomik analizi "Sermayenin Birikimi" nde açıklıyor
«Sermaye, soruna şiddetten başka bir çözüm bilmez, bu da tarihsel bir süreç olarak sermaye birikiminin değişmez bir yöntemi olan, yalnızca Genesis'te değil, günümüzde de. Oysa ilkel toplumlar için, böyle bir durumda var olma ya da olmama sorunu olduğu için, tam bir tükenme ya da yok olma noktasına kadar yaşam ve ölüm için direniş ve mücadeleden başka bir davranış yoktur. Kolonilerin sürekli askeri işgali, yerli ayaklanmaları ve sömürge rejiminin gündemindeki kalıcı fenomenler olarak onları devirmek için yapılan kolonyal seferlerin nedeni budur. " (1913b, 319)
O zamanlar, yalnızca sömürge haçlı seferlerini kınayan değil, aynı zamanda sömürgeleştirilenlerin direnişini destekleyen çok az sosyalist vardı. Bu tutum, Avrupa ilgi odağı olsa bile, Lüksemburg enternasyonalizminin gerçekten evrensel karakterini ortaya çıkarmaktadır.
Tutarlı savaş rakibi
Lüksemburg, Avrupa'da artan savaş tehlikesinin farkındaydı ve Alman hükümetinin savaş hazırlıklarını kınamaktan asla yorulmadı. 26 Eylül 1913'te Frankfurt yakınlarındaki Bockenheim'da bir konuşma yaptı ve öfkeli bir enternasyonalist itirafla sona erdi: "Eğer biz Fransızlara ve diğer kardeşlerimize karşı öldürücü silahları kullanmamız bekleniyorsa, o zaman bağırıyoruz: Bunu yapmayacağız!" (27 Eylül 1913 Halk oylaması). Daha sonra "kamuya itaatsizlik çağrısı" ile suçlandı. Şubat 1914'te mahkeme salonunda tekrar militarizme ve savaş politikasına saldırdığı bir savunma konuşması yaptı ve Birinci Enternasyonal'in savaş durumunda genel grev çağrısı yapan 1868 tarihli bir kararından alıntı yaptı. Konuşma sosyalist basında basıldı ve savaş karşıtı edebiyatın bir klasiği haline geldi (Luxemburg 1914). Lüksemburg bir yıl hapis cezasına çarptırıldı, ancak imparatorluk yetkilileri onu tutuklamaya cesaret edemediği 1915'te savaşın başlangıcına kadar değildi.
Avrupa'daki pek çok sosyalist, Birinci Dünya Savaşı'nın başında “anavatanı savunmak” için hükümetlerinin arkasında dururken, Lüksemburg hemen emperyalist savaşa direniş örgütledi. Ağustos 1914'te savaşın ilk haftalarında bile resmi "vatanseverlik" ve onun saldırgan dilinin yankısı yoktu. Aksine, SPD liderliğinin enternasyonalizm ilkelerine ihanetinin önde gelen eleştirmenlerinden biri haline geldi. Nettl, Lüksemburg'un SPD'nin gidişatına yönelik "artan nefretini" anlama girişiminde "çok kişisel bir güdüye" atıfta bulunuyor: "" resmi "Almanların beceriksizliği karşısında Lüksemburg gibi göçmenlerin ebedi ve zar zor bastırılmış sabırsızlığı ve hayal kırıklığı" Nettl 1969, 422). Bu tür bir açıklamanın yararlı olduğunu düşünmüyorum, savaşa muhalefet yabancı "göçmenler" ile sınırlı olmadığı ve aynı zamanda Karl Liebknecht, Franz Mehring ve Clara Zetkin gibi şahsiyetleri de içerdiği için. Luxemburg'un öfkesi “göçmenlere özgü sabırsızlıktan” değil (aynı eserde), ama ömür boyu sürecek bir enternasyonalist inançtan kaynaklanıyordu.
Luxemburg, anti-militarist ve anti-milliyetçi propaganda faaliyetlerinden dolayı birkaç kez hapse atıldıktan sonra, şu pozisyona saplandı: "Savunması her şeye tabi olması gereken proleterlerin anavatanı, Sosyalist Enternasyonal'dir." (1916a, 47) İkinci Enternasyonal, "sosyal şovenizm" dediği şeyin etkisiyle parçalandı. Lüksemburg, açık bir yol gösterici ilkeye göre bir arada tutulan Yeni Enternasyonal'in kurulmasını istedi:
“Proletaryanın uluslararası dayanışmasının dışında sosyalizm yoktur ve sınıf mücadelesinin dışında da sosyalizm yoktur. Sosyalist proletarya, intihar etmeden ne barışta ne de savaşta sınıf mücadelesinden ve uluslararası dayanışmadan vazgeçemez. " (Aynı eser, 46)
Bu şüphesiz, Karl Kautsky'nin Enternasyonal'in barış zamanında bir araç olduğu ve bir savaş durumu için uygun olmadığı şeklindeki ikiyüzlü argümanına bir tepkiydi. Luxemburg'un "Sosyal Demokrat Azınlığın Siyaseti" ndeki kişisel beyanı da onun etik ve siyasi değerlerinin hareketli bir beyanıdır:
«İşçilerin dünya kardeşliği benim için yeryüzündeki en kutsal ve en yüksek şey, yol gösterici yıldızım, idealim, vatanım; Bu ideale sadakatsiz kalmaktansa hayatımdan vazgeçmeyi tercih ederim. " (1916b, 178).
Milliyetçiliğe karşı uyarı
Rosa Luxemburg'un emperyalizmin, milliyetçiliğin ve militarizmin yıkıcı sonuçları hakkındaki uyarıları, geleceğe dair mucizevi bir öngörü anlamında değil, ama birlikte önlenmesi gereken yaklaşan felaketler konusunda insanları uyaran İncil peygamberleri Amos ve Yeşaya açısından peygamberlik niteliğinde bir şeyler içeriyordu. . Luxemburg, emperyalizm ve kapitalizm devam ettiği sürece her zaman yeni savaşlara karşı uyarıda bulundu:
“Dünya barışı, kapitalist diplomatların uluslararası tahkim mahkemeleri, 'silahsızlanma' üzerine diplomatik anlaşmalar […], 'Avrupa ittifakları', 'Orta Avrupa gümrük birlikleri', ulusal tampon devletler ve benzeri gibi ütopik veya temelde gerici planlarla sağlanamaz. Kapitalist sınıflar tartışmasız kendi sınıf egemenliklerini uyguladıkları sürece emperyalizm, militarizm ve savaşlar ortadan kaldırılamaz. " (1916a, 44f)
Milliyetçilikte işçi hareketi için ölümcül bir düşman ve militarizm ve savaş için üreme alanı olarak görüyordu: "Sosyalizmin bir sonraki görevi, proletaryanın milliyetçi ideolojinin etkisiyle ifade edilen burjuvazinin koruyuculuğundan entelektüel kurtuluşudur." (Aynı eser, 47). “Fragment über Krieg. Ulusal sorun ve devrim ”(1918), savaşın son yılında milliyetçi hareketlerin hızlı yükselişinden endişe duyuyor:“ Bugün milliyetçi Blocksberg'de Walpurgis Gecesi ”(1918b, 368). Bu hareketler çok farklı bir karaktere sahipti: bazıları az gelişmiş bir burjuva sınıfının (Balkanlar'daki gibi), diğerleri (İtalyan milliyetçiliği gibi) emperyalist-kolonyal yönelimin ifadeleriydi. Luxemburg'a göre, milliyetçiliğin dünya çapında yayılması, ortak bir çıkarla birleştirilen çok sayıda bireysel çıkarı ortaya çıkardı: Ekim Devrimi olayından bu yana büyüyen bir dünya proleter devriminden gelen tehdit duygusu. Milliyetçilikle Lüksemburg, ulusal kültürü veya kimliği tanımlamadı, ancak diğer her şeyi ulusa tabi kılan bir ideoloji (“her şeyin üstünde Almanya”) tanımladı.
20. yüzyılda milliyetçilik, milli savunma ya da bazı halk yaşam felsefesi adına işlenen suçlar dikkate alındığında uyarıları son derece ileri görüşlü idi. Stalinizm de, "tek ülkede sosyalizm" doktrininde somutlaşan Sovyet devletinin milliyetçi yozlaşmasının sonucuydu. Lüksemburg, ulus-devlete dayalı bir politikanın bu tehlikelerini erkenden fark etti: bölgesel çatışmalar, "etnik temizlik" ve azınlıklara yönelik baskı. O sırada öngöremediği tek şey soykırımdı.
Küreselleşmiş bir sol için pusula
Rosa Luxemburg'un enternasyonalizminin bugün bizim için önemi nedir? Bugünkü koşullar, 20. yüzyılın başındakilerden kesinlikle tamamen farklıdır. Yine de, enternasyonalist mesajları iki yönden alakalı, belki de o zaman olduğundan daha alakalı.
21. yüzyılda kapitalist küreselleşme, tarihsel olarak eşi görülmemiş boyutlara ulaştı. Müstehcen eşitsizlik biçimlerini hızlandırır ve çevre üzerinde yıkıcı etkileri vardır. Toplamda sekiz milyarder ve çokuluslu şirketlerin sahipleri, insanlığın en yoksul yarısınınkine eşdeğer bir servete sahipler (Oxfam 2017). Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü (WTO) ve G-7 devletleri gibi uluslarüstü dernekler gibi kurumlarla, neoliberalleşmeye odaklanan bir yönetici sınıf bloğu ortaya çıktı. Çeşitli emperyalist çıkarlar arasında çelişkiler olduğuna dair hiçbir şüphe yoktur, ancak bunlar işçi hareketinin geri kalan kazanımlarını yok etme, kamu hizmetlerini ortadan kaldırma gündemiyle birleşmişlerdir. Kârları özelleştirmek ve kayıpları toplumsallaştırmak ve sömürü yoğunlaştırmak. Bu dünya çapındaki sürece, görünüşte tarafsız ve şeyleşmiş finansal piyasalar mekanizmaları yoluyla gücünü genişletebilen bir finans kapital hakimdir.
Bu küresel güce karşı yerel ve ulusal direniş biçimleri gereklidir, ancak yeterli değildir. Gezegensel düzeyde sapkın bir gezegen sisteminin üstesinden gelinmesi gerekiyor. Başka bir deyişle, anti-kapitalist direniş küreselleştirilmelidir. Lüksemburg günlerinden komünist ve sosyalist enternasyonalistler artık bu formda neredeyse yok. Avrupa Solu Partisi veya Latin Amerika São Paulo Konferansı gibi bazı bölgesel örgütler var, ancak bunlara karşılık gelen uluslararası ittifaklar yok. 1938'de Leon Troçki tarafından kurulan Dördüncü Enternasyonal, hala dört kıtada faaldir, ancak çok az etkisi vardır.
En büyük umut, yeni bir enternasyonalizm kültürü yeşeren küresel adalet hareketidir. Kapitalist küreselleşmeye karşı direniş, 2001'den beri dünya sosyal forumlarında ağ kuran çeşitli aktörlerin gevşek bir birlikteliği, bir "hareket hareketi" olarak oluştu. Sürecin pek çok umudu yerine getiremediği ve sınırlarına ulaştığı gerçeğine rağmen: yakınlaşma ve sendikacıların, feministlerin, çevre aktivistlerinin, işçilerin, küçük çiftçilerin, yerli halkların, gençlik örgütlerinin ve aynı zamanda sosyalist grupların düzenli bir araya gelmesi. kapitalist küreselleşmeye karşı mücadele önemli bir adım olmaya devam ediyor. Şimdiye kadar, ana odak noktası deneyim alışverişi ve bireysel ortak kampanyalar olmuştur.
Luxemburg'un mirası bu hareket (ler) için çeşitli şekillerde öğretici olabilir: Düşmanın sadece "küreselleşme" veya "neoliberalizm" değil, bir bütün olarak kapitalist dünya sistemi olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Dolayısıyla, küresel kapitalist hegemonyanın alternatifi, “ulusal egemenliğin” güçlendirilmesi veya ulusalın savunulması olamaz, yalnızca uluslararasılaşmış bir direniş olabilir. "İmparatorluk" un alternatifi, kapitalizmin daha düzenlenmiş veya daha insani bir biçimi değil, yeni bir sosyalist ve demokratik dünya medeniyetidir. Ulusal sınır tanımayan iklim değişikliği gibi yeni ekolojik zorluklar açısından bu daha doğrudur. Küreselleşmiş kapitalizmin yıkıcı dinamiğinin sonucudur, bu sınırsız genişlemeye ve büyümeye bağlıdır. Yalnızca küresel olarak karşılanabilirler:
Rosa Luxemburg'un milliyetçilik zehri uyarısı bugün her zamankinden daha gerekli. Milliyetçilik ve ırkçılık, çeşitli "vatansever", gerici ve (yarı) faşist varyantlarda dünya çapında ilerlemektedir. İslamofobi, anti-Semitizm ve Roman karşıtı ırkçılık genellikle hükümetlerin gizli veya açık desteğiyle öfkelenir. Neo-faşist partiler ve otoriter hükümetler göçmenlere karşı nefret çağrısı yapıyor. Orbán, Salvini ve Trump, göçmenleri günah keçisi yapan ve onları kendi ulusal, etnik veya dini kimliklerine tehdit olarak gösteren bir politikanın en iğrenç temsilcileridir. Avrupa sınırlarının giderek daha acımasızca tecrit edilmesinin bir sonucu olarak, Akdeniz'de binlerce mülteci öldü. Bu izolasyon ve ırkçı seferberlikte, Luxemburg'un şiddetle eleştirdiği yeni bir vahşi sömürgecilik biçimi görülebilir. Sosyalist enternasyonalizminiz, bu yeni milliyetçilik ve ırkçılık patlamasında değerli bir ahlaki ve politik pusula olmaya devam ediyor. Neyse ki, dalgaya karşı kendilerini hazırlayanlar sadece Marksist enternasyonalistler değil: dünyanın her yerinde insanlar zulüm gören azınlıklar ve göçmenlerle dayanışma içinde. Sendikacılar, feministler ve diğer sosyal hareketler, insanları etnik ve ulusal sınırların ötesinde örgütlemek için çok fazla enerji harcıyor. Sosyalist enternasyonalizminiz, bu yeni milliyetçilik ve ırkçılık patlamasında değerli bir ahlaki ve politik pusula olmaya devam ediyor. Neyse ki, dalgaya karşı kendilerini hazırlayanlar sadece Marksist enternasyonalistler değil: dünyanın her yerinde insanlar zulüm gören azınlıklar ve göçmenlerle dayanışma içinde. Sendikacılar, feministler ve diğer sosyal hareketler, insanları etnik ve ulusal sınırların ötesinde örgütlemek için çok fazla enerji harcıyor. Sosyalist enternasyonalizminiz, bu yeni milliyetçilik ve ırkçılık patlamasında değerli bir ahlaki ve politik pusula olmaya devam ediyor. Neyse ki, dalgaya karşı kendilerini hazırlayanlar sadece Marksist enternasyonalistler değil: dünyanın her yerinde insanlar zulüm gören azınlıklar ve göçmenlerle dayanışma içinde. Sendikacılar, feministler ve diğer sosyal hareketler, insanları etnik ve ulusal sınırların ötesinde örgütlemek için çok fazla enerji harcıyor.
Fakat gerici yabancı düşmanlığı bugün milliyetçiliğin tek mevcut biçimi mi? Açıktır ki, ulusal kendi kaderini tayin hakkı için meşru bir hak iddia eden - ki bildiğimiz gibi, Lüksemburg pek düşünmeyen - özgürlük hareketleri hala var. Bunlar Filistin ve Kürt hareketlerini içerir. Bununla birlikte, Kürtlerin en önemli sol milliyetçi gücü olan PKK'nın kendi ulus devleti talebinden vazgeçmesi ve millet üzerindeki katı odaklanmayı kısıtlayıcı ve baskıcı olmakla eleştirmesi dikkat çekicidir. Murray Bookchin'in anarşizminden etkilenerek demokratik konfederalizm kavramını benimsedi.
Yalnızca Lüksemburg'un enternasyonalist fikirleri değil, aynı zamanda Marx, Engels, Lenin, Troçki, Gramsci, José Carlos Mariátegui, WEB Du Bois, Frantz Fanon ve diğerlerinin fikirleri de gerçekliğimizi anlamak ve dönüştürmek için çok önemlidir. Bugün mücadelemizin vazgeçilmez silahları bunlar. Marksizmi her zaman hareket halinde olan ve zamanımızın zorluklarına yeni cevaplar geliştirdiğimiz açık bir yöntem olarak anlamalıyız.
Michael Löwy bir sosyolog ve filozof olmanın yanı sıra Centre national de la recherche scienceifique'de (CNRS) emekli bir araştırmacı ve Paris'teki École des hautes études en bilimler sosyallerinde (EHESS) öğretim görevlisidir. Odak noktası Latin Amerika'daki sosyal hareketler ve Marksizmdir. Bu makale ilk olarak 3/2018 «LuXemburg» ' ta yayınlandı. İngilizceden Britta Grell tarafından (Almanca'ya) çevrilmiştir.