Translate

1 Nisan 2022 Cuma

Muhalefet İttifaklarının Başarı Formülleri: Malezya Örneği

Seda Demiralp

 2023 seçimlerinin Türkiye’de bir iktidar değişimiyle sonuçlanıp sonuçlanmayacağı ve bir demokratikleşme ve kalkınma hamlesine aracı olup olamayacağı bugün Türkiye siyasetini takip eden herkesçe merak ediliyor. Ekonomik krizin iktidar oylarına etkisi, muhalefet ittifak stratejisi, yeni seçim yasasının oluşturabileceği rekabet koşulları gibi pek çok konu üzerinden, 2023 seçimlerinin sonucu tahmin edilmeye çalışılıyor. Seçimli otoriter rejimlerin ne vakit ve nasıl değişebildiğiyle ilgili siyaset literatüründe oldukça zengin bir birikim mevcut. Bu çalışmalarda üç görüş öne çıkıyor.

Seçimli otoriter rejimler nasıl değişir?

Birinci görüşe göre, değişim, otoriter rejimin zayıflamasıyla gerçekleşir. Bu zayıflama bazen fikirsel veya kişisel çatışmalar sonucu iktidarda oluşan çatlaklarla, bazen de çözülemeyen ekonomik sıkıntılarla gerçekleşir. Zayıflayan iktidar kendi sonunu getirir.

İkinci görüşe göre ise değişim muhalefetin başarısıyla gelir. İttifak stratejileri, doğru kampanya taktikleri, doğru mesajın doğru üslupla iletilmesi, en kısıtlı siyaset alanını dahi muhalefet lehine kullanma ve seçmeni mobilize etme imkanı tanıyabilir. Neticede, otoriter liderlerin bile seçmen desteği olmadan iktidarda kalması zor olduğundan, seçmen desteğini kazanan muhalefet ya iktidarı ele geçirir, ya da iktidarı açılıma zorlar.

Üçüncü bir görüş ise bu tür değişimlerde şahsiyetlerin önemine dikkat çeker. “Hangi iktidar?” ya da “hangi muhalefet?” soruları kadar “hangi lider?” sorusu da mühimdir. Bu soru siyasi açıdan gelişmiş toplumlarda çok da önemli olmayabilir. Nitekim, Weber’in modernleşme teorisine göre toplumlar geliştikçe siyasette şahsiyetlerin öneminin azalması, onların yerini kurumların alması beklenir. Fakat kurumların zayıf olduğu otokratik toplumlarda bu kurumlara yön verecek liderler mühimdir. Bu yüzden değişimler de, kabiliyetlerine ve görüşlerine güven duyulan, karizmatik liderler ile gerçekleşecektir.

Başarılı değişim öykülerine baktığımızda aslında bu üç faktörün neredeyse tümünün bir araya geldiğini görüyoruz. Benim son zamanlarda ilgi çekici bulduğum değişim öykülerinden biri Malezya 2018 seçimleri. 60 yıllık Barizan Nasyonal (BN) iktidarına karşı zafer kazanan ve BN’den kopma eski bir siyasetçi olan Mahathir Muhammed liderliğinde bir araya gelen muhalefet ittikafının (Pakatan Harapan) seçim stratejileri, içinde pek çok ders barındırıyor. Gelin bu örneği kısaca inceleyelim.

Malezya 2018 seçimlerinde muhalefet

2018 seçimleri öncesi, Malezya’da ekonomik koşullar hiç de iyi değildi ve bu seçmende artan bir hoşnutsuzluk yaratmaktaydı. Özellike 2015’te uygulamaya konan yüzde 6’lık satış vergisi (Goods and Services Tax) seçmenden çok olumsuz tepki almıştı. Buna ilaveten petrolün sübvanse edilmemeye başlanması da hoşnutsuzluğu artırmıştı. BN lideri Necip Rezak’ın yolsuzluk skandalları bu hoşnutsuzluğu besliyor, aslında senelerdir yolsuzluğu kanıksamış görünen seçmen, bu kez ekonomik sıkıntılarla birleşince yolsuzluğu da daha farklı bir ışık altında görmeye başlıyordu. Yani ekonomik anlamda değişimin gerekli koşulları mevcuttu fakat bunlar yeterli değildi. Hatırlamak gerekir ki 97-98 krizinde iktidarda olan Mahathir, ağır ekonomik zorluklara rağmen iktidarını koruyabilmişti ve ekonomik krizlerin tek başına iktidarlara seçim kaybettirmeye yetmediğini ispatlamıştı.1

60 yıl iktidarda kalmış ve bu süre içinde oyun kurallarını kendi lehine şekillendirmiş, medyayı kontrolü altına almış bir iktidara karşı zafer kazanmak için ekonomik şartlar yeterli değildi. Zayıflatılmış, siyaset alanı daraltılmış muhalefetin mutlaka güç birliğine gitmesi, ittifak kurması gerekiyordu. Ne var ki bu da tek başına yeterli değildi. Nitekim önceki seçimlerde de, örneğin 2013’te, muhalefet seçime yine ittifakla girmiş, fakat girişimleri yüzeysel kalmış, seçmene birlik duygusu yeterince aktarılamamıştı. İttifak içi zıt görüşlü partilerin -özellikle İslami muhafazakar PAS ve sosyalist DAP arasındaki- uzlaşmazlıkların ittifaka güç kaybettirmesi, beğenilsin beğenilmesin neticede 60 yıldır bilinen iktidar karşısında muhalefetin net bir alternatif ortaya koyamaması ve elbette türlü seçim oyunları ile iktidardaki BN seçimi yine kıl payı kazanmıştı.

Muhalefet, ortak liste, ortak kampanya

2018 seçimi öncesi muhalefet partileri yeniden ittifak planları yaparken bu kez daha üstün bir performans sergilemek konusunda kararlıydılar. Bunlardan en önemlisi seçim haritası üzerinde son derece titiz ve sistematik veriye dayalı bir çalışma yapmak suretiyle hangi seçim bölgesinde hangi ittifak partisi adayının veya adaylarının oy alma şansı yüksekse o isimlerin ortak listeden aday gösterilmesi ve ortak bir seçim kampanyasıyla desteklenmesiydi.2

100 günde 10 hedef

2013 seçimlerinden farklı olarak bu defa muhalefet kampanyasının içeriğinin de çok net olmasına özen gösterilmişti. Bu çerçevede 150 sayfalık detaylı bir program oluşturuldu ve “100 günde 10 hedef” olarak özetlenerek kampanya materyaline dönüştürüldü. Muhalefet ittifakı, iktidara geldikten sonraki ilk 100 gün içinde gerçekleştireceği bu 10 hedefi tek sayfada sıralamış, T-shirtlere bastırıp seçmene dağıtmış, billboardlara astırmış, akla gelecek her yöntemle bu 10 hedef seçmene duyurulmuştu.3 Bu hedeflerin başında da seçmenin son derece şikayetçi olduğu yüzde 6’lık satış vergisinin kaldırılması, petrolün yeniden subvanse edilmesi, bekar veya boşanmış kadınların maddi olarak desteklenmesi, asgari ücretin artırılması gibi ekonomik ortak paydayı öne çıkaran maddeler geliyordu. Bu kampanyaya ilgi çok büyük oldu.

Rakip ittifaktan oy alabilecek aday

Ve gelelim belki de en önemli olan sonuncu hamleye. Muhalefet ittifakına en büyük katkıyı Mahathir’in başbakan adaylığının açıklanması yaptı. Muhalefet ittifakı birbirine zıt partileri bir çatı altında barındırıyordu ve pek çok seçim bölgesinde seçmenin “çapraz oy” kullanması isteniyordu. Yani pek çok bölgede seçmenden kendine uzak bulduğu bir adaya/partiye, muhalefet ittifakına seçim kazandırabilmek için gönülsüzce de olsa oy vermesi bekleniyordu. Oysa, özellikle kırsal-muhafazakar Malay seçmen, geçmişte kendilerine bazı kazanımlar sağlamış olan iktidar yerine muhalefet ittifakına oy vermekte tereddütlüydü. Muhalefet ittifakı seçim kazanırsa ittifaktaki sosyalist (DAP gibi) bileşenlerin etkisiyle bu kazanımların ellerinden alınabileceğinden çekiniyorlardı. Bu yüzden Malay cephesinden de oy alabilecek Mahathir gibi bir adayın başbakan adayı olması oyunu ciddi biçimde muhalefet lehine çevirdi. Mahathir güven uyandırıyordu. Seçmenin gözünde, 92 yaşındaki Mahathir’in bu yarışa girmekten kazanacağı pek bir şey yoktu, fakat kaybedeceği çok şey vardı. Öyleyse seçime girme motivasyonu kişisel çıkarlar değil, toplumun faydasıydı. Zaten liderlik de risk alana, varını yoğunu ortaya koyana yakışırdı. Bu algı seçmende saygı uyandırdı. İlginçtir, ittifaktaki diğer üç partinin lideri de geçmişte Mahathir’in başbakanlığında hapse atılmış kimselerdi ve onlar bile Mahathir’in adaylığını desteklediler.4 Seçimi kazanacak isim Mahathir’di çünkü.

Malezya örneğinden Türkiye için çıkarılacak önemli sonuçlar var. Özeti şu olabilir. Otoriter iktidarların seçimle değişmesi için çoğunlukla birden çok koşulun aynı anda gerçekleşmesi gerekir. İktidarın ekonomik başarısızlıklar veya iç çatışmalarla zayıflaması yetmez. Muhalefet partilerinin gerçek bir birlik içinde, net bir alternatif sunarak ve kaybedecek çok şeyi olan bir başkan adayla mücadele vermeleri gerekir. Hayatta her zaman değil elbette ama bazen, özellikle de otoriter iktidarlara karşı varlık mücadelesi verirken, “neredeyse kazanmak,” kaybetmektir.

yetkinreport.com/2022/03/31 / Seda Demiralp

25 Mart 2022 Cuma

Fikrinizi Değiştirmek Bir Zeka İşaretidir

Yeni bilgiler karşısında fikrinizi değiştirecek kadar zihinsel esnekliğe sahipseniz, onu yenilikçi şekillerde kullanırsanız ve onunla zorlu sorunları çözerseniz, zekisinizdir. Fikrinizi Değiştirmek Bir Zeka İşaretidir Fikrinizi değiştirmek bir zeka göstergesi ve düzenli olarak yapmanız gereken bir uygulamadır. Ancak, bunu yapmanın bir inanç ve hatta karakter eksikliğini ortaya çıkardığını düşünenler var. Önemli olanın gururlarını korumak olduğuna ve hatalarını kabul etmek için kendilerini aşağılamamak olduğuna inanırlar.


İnsan zekası ve yaratıcılığı alanındaki uzmanlar, sabah uyandığınızda kendinize bugün hangi fikri, yaklaşımı veya inancı değiştireceğinizi sormanız gerektiğini öne sürüyor. Bunu yapmanın, bilgelik, bilişsel açıklık ve mutluluk kazanmanıza izin veren bir zihinsel esneklik egzersizi olduğunu iddia ediyorlar.
Hayatın akışı, tıpkı zihniniz gibi değişim ve hareket gerektirir. Bu nedenle, zaman zaman herhangi bir fikrinizi değiştirmenize izin vermezseniz, doğru olmayan şeylere inanmaya başlarsınız. Ayrıca belirsizliğin üstesinden gelemeyecek ve hatalarınızı düzeltemeyeceksiniz. Ayrıca, birlikte yaşamanız oldukça zor olacak.

Zeka, kuantum fiziğinde bir dahi olmanın veya matematikte iki doktora sahibi olmanın çok ötesine geçer. Parlak zihin esnek bir zihindir.
Aklınızdan geçen ilk fikirlere sonsuza kadar takılırsanız, hayatın en karmaşık zorluklarıyla yüzleşemezsiniz.

Arkadaşlarınız, partneriniz, iş arkadaşlarınız ve aileniz tarafından paylaşılan aynı fikirleri savunmaktan daha kolay çok az şey vardır. Referans grubunuzla aynı inançlara, ideolojilere ve tutumlara sahip olmak size memnuniyet ve uyum sağlar. Ancak, aniden diğerleriyle aynı fikirde olmadığınızda ve kendi karşıt görüşünüzü savunduğunuzda ne olur?
Olan şey, etrafınızdakilerin zorlandığını hissetmesidir. Ne zaman böyle düşünmeye başladığınızı ve neden birdenbire bu kadar farklı görüşlere sahip olduğunuzu soruyorlar. Birisinin sizin beyninizi yıkamış olabileceğini iddia ediyorlar. Çünkü fikrinizi değiştirmek herkesin anlamadığı veya saygı duymadığı bir şeydir.

Aslında, genellikle çelişkili buluyorlar.
Başkalarının düşündükleriyle tutarlı, alışılmış öngörülebilir yaklaşımlarınızda yerleşik, odaklanmış fikirlerinizle sizi tercih ederler. Yine de, daha önce reddettiğiniz bir fikri savunmanız, sahte, satılmış veya daha az dürüst olduğunuz anlamına gelmez. Aslında diğer yaklaşımlara açık olmak ve onların faydasını görmek, kaçınılmaz bir bilgelik işaretidir.
Bilişsel inatçılık ve yanlış olduğunu bildiğiniz fikirleri kabul etmek sizi daha güçlü yapmaz. Sizi bilgisiz yapar.

İyi liderler fikirlerini değiştirmenin önemini bilir
Daha önce de belirttiğimiz gibi, fikrinizi değiştirmek bir zeka işaretidir, ancak birçoğu bunu yapmanın otoritelerini baltaladığını düşünüyor. Harvard Business School uzmanları Martha Jeong, Leslie K. John, Francesca Gino ve Laura Huang’ın keşfettiği tam da budur. Araştırma çalışmalarında, birçok liderin ve girişimcinin odaklarını değiştirmeye veya fikirlerini reddetmeye isteksiz olduklarını keşfettiler.
Görünüşe göre gerçeklerinden vazgeçmenin veya hataları kabul etmenin bir yanılabilirlik eylemi olduğuna inanıyorlar. Gerçekten de bazıları için ilk konumlarında sağlam durmak, bir güç ve inanç gösterisidir. Ancak, gerçek liderler ve son derece başarılı insanlar, palavracıların fazla uzağa gitmediğini bilirler. Sadece esnek olmalarına izin veren ve zaman zaman bakış açılarını değiştirenler gerçek parlaklığı ortaya çıkarır.

Bazen haklı olmak için yaklaşımınızı değiştirmeniz gerekir.
Aniden, önceden olduğu gibi kabul ettiğiniz bir şeyin acı verici olabileceğini keşfetmek. Egonuzu, ahlakınızı, özgüveninizi ve hatta kimliğinizi etkileyebilir. Yeni bilgilerin daha önce savunduklarınızla nasıl çeliştiğini görme gerçeği, bilişsel uyumsuzluk olarak bilinen şeyi üretir.
Bu terim, içsel fikir, inanç ve tutum sisteminiz çatıştığında yaşadığınız uyumsuzluğu tanımlar. Fikrinizi değiştirmenin bir zeka işareti olduğunu biliyorsunuz çünkü faydasız fikirleri atmanıza izin veriyor, ancak bunu yapmak ne kolay ne de hızlı. İşin ilginç yanı, bu psikolojik rahatsızlıktan kurtulmak için çoğu zaman inanılmaz bir entelektüel hokkabazlığa başvuruyorsunuz.

İnançlarınızın ötesinde esneklik var
Miguel Servetus, Giordiano Bruno, Copernicus, Galileo Galilei… Tarihimiz, bilim ve din hiçbir zaman pek iyi geçinemediğinden, yeni fikirlerin inanç dogmasına saldırı olarak görüldüğü bir zamanda dünyaya meydan okuyan kişilerle doludur. Gerçekten de, bugün bile , Engizisyon’un inançlarıyla yaptığı gibi inançlarına bağlı kalan pek çok kişi var.
Toplum, açık fikirli olmadan ilerlemez. Bununla birlikte, bugün bile fikirlerinin kum üzerine kurulduğunu fark etmeden fikirlerini şiddetle savunan pek çok kişi var.
Fikrinizi değiştirmek bir zeka işaretidir, ancak aynı zamanda entelektüel tevazu göstermeyi de gerektirir. Sizi siz yapan şeyin inançlarınız olduğu ve onları canınız pahasına savunmanız gerektiği öğretildiğinde, bunu gerçekleştirmeniz kolay değil.

Ne yazık ki, değişimin ilerlemeyi kolaylaştırdığı, gerçeğin ilerlemede saklı olduğu ve bunu kolaylaştırmak için daha iyi argümanlar ve yeni bakış açıları benimsemek için eski fikirlerin atılması gerektiği sıklıkla unutulur. Aklınızda bulundurun. Kendinize bugün hangi fikrinizin veya inancınızın değişmeye değer olduğunu sorun.

www.aklinizikesfedin.com

14 Mart 2022 Pazartesi

Friedrich Engels'in Karl Marx'ın Mezarındaki Konuşması

Highgate Mezarlığı, Londra. 17 Mart 1883 

14 Mart'ta, öğleden sonra üçe çeyrek kala, yaşayan en büyük düşünür düşünmeyi bıraktı. Neredeyse iki dakika yalnız bırakılmıştı ve geri döndüğümüzde onu koltuğunda, huzur içinde uyumuş halde bulduk - ama sonsuza kadar.

Bu adamın ölümünde hem Avrupa ve Amerika'nın militan proletaryası hem de tarih bilimi tarafından ölçülemez bir kayıp sürdürüldü. Bu güçlü ruhun gidişiyle oluşan boşluk, yakında kendini hissettirecek.

Darwin'in gelişme ya da organik doğa yasasını keşfettiği gibi, Marx da insanlık tarihinin gelişme yasasını keşfetti: Şimdiye kadar aşırı bir ideoloji tarafından gizlenen basit gerçek, insanlığın her şeyden önce yemesi, içmesi, barınması ve giyinmesi gerektiği, siyaset, bilim, sanat, din vb. ile uğraşmadan önce; bu nedenle, dolaysız maddi araçların üretiminin ve dolayısıyla belirli bir halk tarafından veya belirli bir çağda erişilen ekonomik gelişme derecesinin, devlet kurumlarının, yasal kavramların, sanatın ve hatta din hakkındaki fikirlerin dayandığı temeli oluşturduğunu, ilgili insanların çoğu evrimleşmiştir ve bu nedenle, şimdiye kadar olduğu gibi, bunun tersi yerine, bunların ışığında açıklanmalıdır.

Ama hepsi bu kadar değil. Marx ayrıca günümüz kapitalist üretim tarzını yöneten özel hareket yasasını ve bu üretim tarzının yarattığı burjuva toplumunu da keşfetti. Artı değerin keşfi, hem burjuva iktisatçılarının hem de sosyalist eleştirmenlerin önceki tüm araştırmalarının karanlıkta el yordamıyla araştırdığı sorunu çözmeye çalışırken birdenbire soruna ışık tuttu.

Böyle iki keşif bir ömür için yeterli olacaktır. Böyle bir keşif yapma hakkının verildiği adama ne mutlu. Ama Marx'ın araştırdığı her bir alanda -ve hiçbirini yüzeysel olarak pek çok alanı araştırdı- her alanda, hatta matematiğin alanında bile bağımsız keşifler yaptı.

Bilim adamı böyleydi. Ama bu adamın yarısı bile değildi. Bilim, Marx için tarihsel olarak dinamik, devrimci bir güçtü. Bazı teorik bilimlerde, pratik uygulaması belki de henüz tasavvur edilmesi oldukça imkansız olan yeni bir keşfi memnuniyetle karşılarken duyduğu sevinç ne kadar büyük olursa olsun, bu keşif endüstride ve endüstrideki tarihsel gelişmede ani devrimci değişiklikleri içerdiğinde oldukça farklı bir neşe yaşadı. Genel. Örneğin, elektrik alanında yapılan keşiflerin ve son zamanlarda Marcel Deprez'in keşiflerinin gelişimini yakından takip etti.

Çünkü Marx her şeyden önce bir devrimciydi. Hayattaki gerçek görevi, şu ya da bu şekilde, kapitalist toplumun ve onun ortaya çıkardığı devlet kurumlarının yıkılmasına katkıda bulunmak, modern proletaryanın kurtuluşuna katkıda bulunmaktı. kendi konumunun ve ihtiyaçlarının bilincinde, kurtuluşunun koşullarının bilincinde. Mücadele onun unsuruydu. Ve çok azının rakip olabileceği bir tutku, azim ve başarı ile savaştı. İlk  Rheinische Zeitung  (1842), Paris  Vorwarts  (1844),  Deutsche Brusseler Zeitung  (1847),  Neue Rheinische Zeitung  (1848-49),  New York Tribune üzerindeki çalışmaları (1852-61) ve bunlara ek olarak, Paris, Brüksel ve Londra'daki örgütlerde çalışan bir dizi militan broşür ve nihayet, hepsini taçlandıran, büyük  Uluslararası İşçi Birliği'nin oluşumu  - bu gerçekten de bir başka hiçbir şey yapmamış olsa bile kurucusunun gurur duyabileceği bir başarı.

Ve sonuç olarak, Marx, zamanının en nefret edilen ve en çok karalanan adamıydı. Hem mutlakiyetçi hem de cumhuriyetçi hükümetler onu topraklarından sürdüler. Burjuva, ister muhafazakar ister aşırı demokratik olsun, ona iftiralar yığmak için birbirleriyle yarıştı. Bütün bunları sanki bir örümcek ağıymış gibi bir kenara attı, görmezden geldi ve yalnızca aşırı zorunluluk onu mecbur ettiğinde yanıt verdi. Ve o, Sibirya'daki madenlerden Kaliforniya'ya, Avrupa ve Amerika'nın her yerindeki milyonlarca devrimci işçi arkadaşı tarafından sevilerek, saygı duyularak ve yas tutularak öldü. neredeyse tek bir kişisel düşmanı yoktu.

Adı çağlar boyunca yaşayacak, eserleri de öyle kalacak.

 


www.marxists.org

12 Mart 2022 Cumartesi

Öncesi ve sonrasıyla 12 Mart Muhtırası

Ertuğrul Günay 

Yarım yüzyıl önce, bugün, Türkiye Cumhuriyeti Genelkurmay Başkanı ile Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri komutanları, parlamentoya ve hükümete karşı ortak imzalı bir ‘muhtıra' yayınladı.

Komutanlar, parlamento ve hükümetin tutumunun ülkeyi anarşi, kardeş kavgası ve ekonomik ve sosyal huzursuzluk içine soktuğunu ileri sürüyor ve buna bir önlem olarak ‘partilerüstü anlayış ve Atatürkçü görüşle, anayasanın öngördüğü reformları ele alacak yeni bir hükümetin’ kurulmasını istiyorlardı. 

Üç maddelik kısa muhtıranın son maddesine göre, “bu husus tahakkuk ettirilmediği takdirde, Türk Silahlı Kuvvetleri idareyi doğrudan doğruya almaya kararlı” idi. 

Muhtıra, öğle ajansında radyolardan okundu. (O zaman Türkiye’de televizyon henüz deneme yayınları yapıyordu). Akşam 17.30’da Başbakan Süleyman Demirel, muhtıranın anayasa ve hukuk devleti kurallarına aykırı olduğunu belirterek görevinden istifa etti. 

Meclis’te sessizlikle karşılanan muhtıranın, parlamentoyu itham eden cümlelerine Başkan Tekin Arıburun Senato’yu açış konuşmasında karşı çıktı. Ancak muhalefetin çoğunluğu muhtırayı destekliyordu. Milli Birlik Grubundan(2) Mucip Ataklı, “Silahlı Kuvvetlerin devrimci isteklerini parlamentonun basiretle değerlendireceğini umduklarını” söyledi. Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS), Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı (TMGT), Türk Hukuk Kurumu, Devrimci Gençlik Federasyonu, Türk İş, Disk muhtırayı olumlu karşılayanlar arasındaydı.

Yazının Tamamı

27 Şubat 2022 Pazar

Rusya’nın Ukrayna’ya ‘tecavüz’ü kaçınılmaz mıydı?

Slavoj Zizek - Bu ayın başlarında düzenlediği bir basın toplantısında Vladimir Putin, Ukrayna hükümetinin Minsk anlaşmasından hoşnut olmadığını belirterek, “Beğen ya da beğenme, bu senin görevin güzelim” dedi.
Bu sözlerin bazı tanıdık cinsel çağrışımları bulunuyor: Putin, Sovyet dönemi punk rock grubu Red Mold’un “Tabuttaki Uyuyan Güzel” şarkısından alıntı yapıyor: “Yanına süzüldüm ve sikiverdim tabutta uyuyan güzeli. İster beğen, ister beğenme, sen uyu güzelim.”

Her ne kadar Kremlin basın temsilcisi, Putin’in eski bir folklorik anlatıya atıfta bulunduğunu iddia etse de Putin’in Ukrayna’ya nekrofili ve tecavüz atıflarında bulunduğu apaçıktır. 2002’de Putin, Batılı bir gazetecinin sorusuna şu yanıtı vermişti: “Eğer gerçek bir radikal İslamcı olmak istiyorsanız ve sünnet olmaya da hazırsanız, sizi Moskova’ya davet ediyorum. Biz çok mezhepli bir ülkeyiz. Bu alanda [sünnet] uzmanlarımız var. Öyle bir ameliyat edin ki, daha sonra orada başka hiçbir şey büyümesin diye tavsiyelerde bulunacağım”; bu son derece saldırgan bir hadım etme tehdididir.

Putin ve Trump’ın edepsizlik konusunda kanka olmalarına şaşmamalı. Bu noktada en sık duyacağınız karşı argüman, Putin ve Trump gibi politikacıların en azından ne demek istediklerini açıkça söyledikleri ve ikiyüzlülükten kaçındıkları olur. Ancak burada tüm kalbimle ikiyüzlülüğün tarafındayım: bu biçim (ikiyüzlülük) asla sadece bir biçim değildir, içeriğin bir parçasıdır, öyle ki biçimi elden bıraktığımızda içeriğin kendisi vahşileşecektir.

Putin’in müstehcen sözleri, basında “adil bir ülkeye tecavüz” tehdidi şeklinde lanse edilen Ukrayna krizinin arka planına karşı okunmalıdır. Günümüzün altüst olmuş dünyasında krizin ciddi olduğunu kanıtlarcasına; bu krizin karikatürize yönleri de yok değil. Sloven siyaset analisti Boris Čibej, 2022’nin başında Ukrayna çevresinde yaşanan gerilimlerin gülünç karakterine dikkat çekmişti: “Saldırıya geçmesi beklenenler / diğer bir deyişle Rusya / saldırmaya niyetleri olmadığını söylüyorlar, durumu sakinleştirmek ister gibi davrananlarsa savaşın kaçınılmaz olduğu konusunda ısrar ediyor.”

Buradan devam edebiliriz: Geçtiğimiz haftalarda, Ukrayna’nın hamisi ABD, savaşın her an patlayabileceği konusunda uyarıda bulunurken, Rus saldırısının kurbanı olması beklenen Ukrayna cumhurbaşkanı, halkı savaş histerisine karşı uyarıp sükûnet çağrısında bulunuyordu.

Bu durumu tecavüz vakasına çevirmek kolay. Ukrayna’ya tecavüz etmeye hazır olan Rusya, bunu yapmak istemediğini iddia ediyor; ama Ukrayna’dan seks için rıza alamayacak olursa tecavüz etmeye hazır olduğunu da ancak satır aralarında açıkça belli ediyor (Putin’in saldırgan sözlerini hatırlayın). Dahası, Rusya Ukrayna’yı tecavüze kışkırtmakla suçluyor.

Ukrayna’yı tecavüzden korumak isteyen ABD, kendisini Sovyet-sonrası devletlerin koruyucusu olarak ileri sürebilmek için yaklaşan tecavüz tehdidi var diye alarm zillerini çalmaya başladı bile. Bu korumacılık bize, kendi nüfuz alanındaki mağaza ve restoranlara, kabul etmedikleri takdirde başlarına her türlü iş gelebileceğine dair örtük bir tehditle hırsızlığa karşı “koruma” sunan yerel bir mafyayı hatırlatıyor…

Tecavüz tehdidinin hedefindeki Ukrayna, ortalığın tecavüz diye velveleye verilmesinin Rusya’yı gerçekten teşvik edebileceğinin farkında olarak, ABD’nin çaldığı alarm çanlarının endişesiyle sakin kalmaya çalışıyor.

Peki, öngörülemeyen tehlikeleriyle bu çatışmanın ardında yatan nedir? Ya bu çatışma iki eski süper gücün artan gücünü yansıttığı için değil de tam tersine onların artık gerçek küresel güçler olmadıklarını kabul edemediklerini kanıtladığı için bu kadar tehlikeliyse?

Soğuk Savaş’ın zirvesindeyken Mao Zedong, ABD’nin sahip olduğu onca silahla kendisini dev aynasında gördüğünü söylerken, böyle kâğıttan kaplanların kendine güvenen gerçek kaplanlardan daha tehlikeli olabileceğini eklemeyi unutmuştu.

Afganistan’dan çekilme fiyaskosu, ABD egemenliğine yönelik bir dizi darbenin yalnızca sonuncusuydu; ve Rusya’nın Sovyet imparatorluğunu yeniden inşa etme çabası, Rusya’nın şu anda çürümekte olan zayıf bir devlet olduğu gerçeğini örtbas etmeye yönelik umutsuz bir girişimden başka bir şey değil. Tıpkı gerçek tecavüzcülerde olduğu gibi, tecavüzler de saldırganın acizliğine işaret eder.

İlk olarak, şayet paralı askerleri Suriye iç savaşı, Kırım, Orta Afrika ve Bosna’daki Sırp Cumhuriyeti operasyonları da dahil olmak üzere çeşitli çatışmalarda yer alan bir Özel Askeri Şirket olan Wagner grubunun muzır rolünü göz ardı edecek olursak; tecavüz eyleminin Rus ordusunun Ukrayna’ya doğrudan girişiyle beraber artık, bu acizlik artık aşikâr durumdadır. Rusya Savunma Bakanlığı’nın Rus hükümetinin inkârını gerektiren çatışmalarda kullandığı silahlı bir birimi olan bu anonim paralı asker grubu, yıllarca Donbass’ta Ukrayna’ya karşı “kendiliğinden” direnişi örgütleyerek faaliyet gösterdi (tıpkı daha önce Kırım’da yaptıkları gibi).

Ukrayna’nın maruz kaldığı tecavüze tanık olmak zorunda kalan ülkelerden bizler, tecavüzün kastrasyon yöntemiyle engellenebileceğini bilmeliyiz. Bu nedenle, uluslararası toplumun; onları mümkün olduğunca görmezden gelerek ve marjinalleştirerek, sonrasında küresel otoritelerinin artık hiçbir şeyi büyütemeyeceğinden emin olarak, Rusya’yı hadım edecek bir operasyon gerçekleştirmesini tavsiye etmeliyiz.

24 Şubat 2022

*Zizek, “kastrasyon”/“hadım” metaforunu Putin’in cinsiyetçi söylemine nazire yaparak kullanmaktadır; öte yandan tecavüzün yalnızca cinsel bir dürtünün açığa vurulmuş biçimi olmadığını ve kimyasal hadımın bir çözüm olarak savunulamayacağını bilen bizler, metaforun yersizliğine dair not düşme ihtiyacı duyuyoruz; -çevirenin notu.

[spectatorworld.com’daki İngilizcesinden Sena Çenkoğlu tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]

21 Şubat 2022 Pazartesi

Otoriter/Demokratik Siyaset Tartışmalarının Arka Planı

Nuray Mert - Türkiye’de 2000’li yıllardan itibaren demokratikleşme umulurken sürecin yeni bir otoriter rejimle sonuçlanması şikâyetle geçiştirilecek bir konu değil. Mevcut rejimin otoriter olduğu konusunda anlaşanlar ve bu durumu değiştirmeyi talep edenlerin, sürekli otoriter rejim emarelerini vurgulamak ve şikâyetçilikte ittifak etmek ötesinde bir siyaset üretmeleri gerekiyor. Halihazırda gündemde olan, Türk Tipi Başkanlık sistemi yerine parlamenter rejime geri dönmek çabası bir adım, ancak kaybedilen eşeği bulmanın ötesinde, Türkiye’nin demokratikleşmesi ve hatta mevcut otoriter rejimden kurtulması için çok şey vaat etmiyor. 90’lı yıllarda demokratikleşme düşünce ve taleplerini gündeme getiren iki önemli konu Kürt meselesi ve laiklik idi. Cumhuriyet’in kurucu ideolojisi olan ulus-devletin tekçi anlayışı, Kürt modernleşmesini dikkate almak bir yana, Kürtlerin varlığını toptan inkâr noktasına gelmişti. Katı bir laiklik tanımı ise, modernleşme, orta sınıflaşma olgularını ve bu çerçevede özgürlük taleplerini göz ardı eden baskıcı bir siyaset biçimine dönüşmüştü. Demokratikleşme bu zeminden hareket etmeliydi, nitekim liberal ve demokrat yaklaşımların kalkış noktası bu zemin oldu. Demokratikleşme yerine otoriterleşme ile karşılaşmak, pek çokları açısından eskiyi geri getirmeyi idealleştirmiş görünüyor.

90’lı yıllarda demokratikleşme taleplerine kuşku ile bakanlar ise zamanında ileri sürdükleri itirazlarında haklı olduklarını iddia ediyor. Zamanında Kürt hak ve özgürlük taleplerinin bölücülükten başka bir şey olmadığını ileri sürenler, mevcut iktidarın (rejimin) milliyetçi savrulması ve Kürtler ile arasının açılması sonucu şimdilerde Kürtlere daha sıcak bakıyorlar, ancak halen iktidarın belirlediği “milli”lik tanımının dışına çıkmamaya özen gösteriyorlar. Hak ve özgürlükleri baskılayan bir laiklik anlayışını sorgulamayı “dincilik”, “şeriatçılık ve gericiliğe ödün verme” olarak görenler ise, demokratikleşme diye çıkılan yolun İslâmcı bir otoriter rejimle bitmesinin, uyarılarının görmezden gelinmesinin sonucu olduğuna inanıyorlar. Kimse kızmasın ama yeni bir otoriter rejimin varlığı bile geçmişin demokratikleşme taleplerinin ve ihtiyacının önemini gölgelememeli. Ancak bu gerçek, 90’lı yılların “demokratikleşme” tanımının ve 2000’li yıllarda demokratikleşme için çıkılan yolun sorgulanma dışı bırakılmasının mazereti de olmamalı.

Kısaca ve tersinden, yani 2000’li AK Partili yıllardan başlayalım. “Eski Türkiye” veya “statüko”ya itirazı olan AK Partisi’nin “demokratikleşme dinamiği” olarak algılanması anlaşılır bir tavırdı. Bu anlayış, toplumsal desteği arkasına alan bir siyasi aktörün demokratikleşme için alan açacağı düşüncesine dayanıyordu. Ancak AK Partisi ve içinden çıktığı İslâmcı siyaset ve dönüştüğünü iddia ettiği “muhafazakâr demokrat” siyasetin “statüko”ya itirazının merkezinde siyasal yapının laiklik vurgusu olduğu dikkate alınmadı. Burada söz konusu olanın, yukarıda sözünü ettiğimiz hak ve özgürlükleri baskı aracına dönüşmüş laiklik değil, demokrasinin vazgeçilmez unsuru olarak tanımlanmış bir laiklik anlayışı olduğunu belirtmem gerekiyor. İslâmcı siyaset bir yana, Türkiye’de merkez sağ/muhafazakâr siyaset anlayışı laikliği ülkenin İslâmi kimliğinin inkârı olarak tanımlar, tam da bu nedenle 1950’lerden itibaren seküler ulusal kimliğin ve ulusçuluğun yerini dinî milliyetçi kimlik ve sağ milliyetçilik almıştır. Sağ, muhafazakâr, milliyetçi, İslâmcı siyasal anlayışlar çerçevesinde devlet ve asker karşıtı söylemler, otoriter devlet ve militarist anlayışa itirazdan ziyade, bu kurumların laiklik vurgulu yapısını sorun etmiştir.

1950’li yıllarda iktidar olan anlayış, “demokrasi”yi kültürel bir karşı çıkışın ifadesi ve çoğunlukçuluk çerçevesinde tanımlıyordu. En iyi ifadesini “yeter, söz milletin” sloganında bulan bu anlayışa göre, demokrasinin anlamı yabancılaşmış bir bürokratik zümrenin iktidarının yerini “milletin gerçek temsilcileri”nin alması idi. Benim “otantik temsil” dediğim bu temsiliyet iddiası, sağ otoriter siyaset geleneğinin kurucu fikridir. Bu anlayış ekonomik liberalizm ve dinî milliyetçilik bileşkesi olarak merkez sağ siyasetlerin zeminini oluşturdu. 12 Eylül darbesinin ardından merkez sağı temsil eden ANAP da benzer şekilde neoliberal ekonomik model ile dinî muhafazakârlığı buluşturuyordu. Bu açıdan, İslâmcılık gömleğini çıkararak merkez sağın temsiline soyunan AK Partisi kendisini halen Menderes ve Özal’ın mirasçısı olarak tarif ediyor. Çıkarıldığı iddia edilen gömlek, yani İslâmcılık, din ve vicdan özgürlüğü taleplerinin temsilcisi olarak toplumsal bir tepkinin ifadesi olmak dışında, tanımı icabı zaten otoriter bir siyaset anlayışıdır.

2000’li yıllarda AK Partisi’nin iktidar olması, bu partinin temsil ettiği toplumsal tepki ve talepleri yok sayan ve bu partiyi siyaset alanının dışına itmek için gösterilen direncin, seçim başarısı ile kırılması açısından demokratik bir zaferdi. Ancak bu süreçte demokratikleşme için bu partiye verilen destek, öncelikle sağ/muhafazakâr/İslâmcı siyasetlerin otoriter siyaset anlayışını göz ardı edecek yönde ilerledi. Diğer taraftan, sistem dışına itilmeye çalışılan bir partinin iktidar olmasıyla açılan görece özgürlük ortamını demokratikleşme mücadelesi alanına çevirmek yerine, AK Partisi’ne demokratikleşme için “genel vekalet” verme tavrı oldu. Diğer taraftan, AK Partisi’ne muhalefetin, baskıcı bir laiklik anlayışı ile tanımlanması ve 2008’deki parti kapatma davası gibi eski statükonun baskı araçları üzerinden devam etmesinin de AK Partisi’ni otoriter yönde savrulmaya iten etkenlerden biri olduğunu teslim etmek gerekir.

Demokrat ve liberal çevrelerin AK Partisi’ne verdiği destek, aslında 90’lı yıllarda öne çıkan demokratikleşme söylemi çerçevesinde anlaşılabilir. Bu dönemde ulusçuluk ve laiklik adına otoriter siyaset savunusu karşısında gelişen demokratikleşme savunusu, sivil toplumculuk, insan hakları ve AB süreci ekseninde şekillendi. Bu süreçte, kendini sol siyaset çerçevesinde tanımlayanların bile “demokratikleşme için iç dinamiklerin yetersiz olmasından dolayı dış dinamiklere (AB) ihtiyaç duyulduğu” kanaatini beslediği, tepeden inmeci modernleşmeyi eleştirenlerin tepeden demokratikleşmeyi savunduğu bir ülkede, demokratikleşme savunusunun mahiyetini ve zafiyetini iyice sorgulamak gerekiyor. Bu sorgulamayı ihmal edersek, demokratikleşme amacıyla çıkılan yolun sarpa sarmasını hakkıyla kavrayamayız.

“Demokratikleşme” Söylemi

Türkiye’de 90’lı yıllarda öne çıkan demokratikleşme söylemi, bir grup entelektüel tarafından dillendiriliyordu. Bazılarının kısa süren Yeniden Demokrasi Hareketi (YDH) çevresinde buluştuğu bir grubun yanı sıra sol demokrat ve sol liberal diye tanımlanabilecek farklı isimler, Türkiye’de “otoriter siyaset” ve statüko tartışmasına katkı sundular. Bu tartışmaların çıkış noktası, otoriter siyasi geleneğin kökenlerini sorgulamak zemininden hareket ediyordu ve demokratikleşmenin ipuçlarının bu zeminde kurgulanabileceğini düşünüyordu. Bu çevre içinde değerlendirilebilecek sol siyaset kökenli bazıları, artık kendini “liberal” olarak tanımlamaya başlamıştı ve ANAP ve Turgut Özal şahsında Türkiye’nin liberalleşme ve demokratikleşme sürecine girdiğine inanıyordu. 12 Eylül sonrası, kısa bir askerî yönetim sonrası parlamenter sisteme geçişin ardından Özal’ın sivil siyaseti güçlendirdiği fikri, Özal’ın Kürt meselesine farklı yaklaşımını demokratikleşme işareti olarak görüyordu. Kendini sol siyaset çerçevesinde tanımlayan diğer bazıları ise Özal dönemini ve siyasetlerini sol hassasiyetler çerçevesinde eleştirmekte, ancak sivilleşme ve Kürt meselesi vurgulu demokratikleşmenin önemini vurgulamaktaydı. Bu çerçevede, Kemalizm’in sorgulanmasının önemli olduğu düşünülüyordu. Bu düşüncenin temel varsayımı, Türkiye’de otoriter siyaset geleneğinin temelinde Kemalist resmî ideolojinin olmasıydı. Bu bakış açısına göre, otoriter siyaset geleneği Kemalizm’in devletçi, ulusçu, tekçi özelliklerinin sonucuydu, dahası siyaset Kemalizm’in koruyuculuğu misyonu adına sivil siyasete müdahale eden “askerî/bürokratik vesayet” altındaydı. Bu anlayış, bu dönemde tüm dünyada popülerleşen, ulus-devlet ve modernizmin sorgulandığı entelektüel atmosfer ile de örtüşüyordu. Cumhuriyet’in inşasının otoriter bir modernleşme projesi olarak yaşanmış olması Türkiye’de bu sorgulamaları pekiştiren bir unsurdu. Daha sonra post-Kemalizm/post-Kemalistler olarak tartışma konusu edilen “paradigma” bu çerçevede oluştu.[1]

Sol siyaset çevrelerinde, 12 Eylül darbesinin “Atatürkçülük” adına meşrulaştırılmasının, sol ve Kemalizm ilişkisini sorgulamayı tetiklemesi anlaşılır bir şeydi. Dahası, darbe sonrası solun demokrasi konusundaki tereddütlü tavrı ile hesaplaşması da önemli bir etken olarak görülebilir. Son olarak Sovyetler Birliği’nin çözülüş süreci, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de sol siyasetin yeniden tanımlanması yönünde bir hareketlilik oluşturmuştu. Bu süreçte, sol kökenli bazı aydınlar sol siyasal söylemlerin topyekûn iflas ettiğini iddia ederek kendilerini liberal-demokrat olarak tanımlamaya başladılar. Diğer bazıları ise sol siyaseti demokrasi merkezli biçimde yeniden tanımlamak gerektiğini düşünüyorlardı. İlk bakışta anlaşılır ve hatta isabetli görünen bu bakış açılarının bence en önemli sorunu, neoliberalizmin yükselişte olduğu bir dönemde neoliberalizm sorgulamasını ihmal etmek bir yana, demokrasi ve demokratikleşmeyi neoliberalizm çerçevesinde tanımlamasıydı. Kendini artık liberal olarak tanımlayanlar bu konuda çok da tutarsız sayılamazdı. Ancak sol siyaseti yeniden tanımlama iddiasında olanların neoliberalizm ile buluşma noktaları üzerinde durmak gerekir.

Bence en önemli buluşma noktası, demokrasinin öncelikle devlet-toplum ve asker-sivil karşıtlıkları çerçevesinde tanımlanması idi. 2000’li yıllarda, “askerî vesayet”in sona ermesinin doğal olarak demokratikleşme ile sonuçlanacağını bekleme zaafının arka planında 90’lı yıllarda hakim olan bu anlayış vardı. Diğer taraftan, otoriter siyaset geleneğini, Kemalizm ve Cumhuriyet’in tek parti dönemi siyasetlerine bağlamak, sağ siyasetler çerçevesinde gelişen bir diğer otoriter siyaset geleneğini (veya sürecini) sorgulama dışı bırakmaktaydı. Dahası, sağ siyasi söylem ve pratiklerinin üzerinde geliştiği Türkiye’nin kapitalistleşme sürecinin ürettiği toplumsal dinamikler ve Soğuk Savaş döneminin Türkiye’de siyasete yansıma biçimlerini göz ardı ediyordu. İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan iki kutuplu dünyada ABD/Batı ittifakı içinde yer alan ve NATO üyesi olan Türkiye’de ordunun siyasi önemi, Cumhuriyet’in kurucu ekibinin askerî kökenli olması ve askerî bürokrasinin kurucu ideolojinin bekçiliğini üstlenmesinin ötesinde artmıştı. 1950’li yıllarda ABD/Batı dünyasında müttefik sayılan “az gelişmiş ülkeler”de askerî bürokrasi modernleşmeci bir güç olarak alkışlanmakla kalmayıp destekleniyordu. NATO üyesi olması, özellikle ABD açısından, Türkiye’de ordunun fazladan önem kazanması demekti.

Devletçiliğe gelince, ekonomi alanında devletçilik siyaseti çoktan terk edilmişti. Ancak mevcut devlet yapısı “komünizmle mücadele” çerçevesinde tahkim ediliyordu. Dahası, bu dönemde, pek çok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de aşırı sağ, milliyetçi paramiliter güçler “komünizmle mücadele” adına desteklenmiş, devletle ilişkileri (kontrgerilla) bu çerçevede tanımlanmıştı. 12 Eylül darbesi, öncelikle yükselen sol ve emek siyasetlerinin baskılanmasını hedefliyordu ve ardından gelen dönemde eski paramiliter milliyetçi grupların ve şahısların devrede olduğu asker/sivil bürokrasi ve mafya ilişkileri yeni bir çerçeve kazanmıştı. 90’lı yıllarda Susurluk kazası ile ortaya dökülen bu tablo, “derin devlet” şablonu etrafında değerlendirilirken “derin devlet” büyük ölçüde ideolojik çerçevede tanımlandı ve ekonomipolitiği ve tarihsel serüveni büyük ölçüde sorgulama dışında kaldı. Demokratikleşme söyleminin neoliberal bakışla buluşma noktalarından söz ederken tam da bu yaklaşım biçimini kastediyorum, yani sorunun iyi, adil işlemeyen bir devlet yapısı olduğu kanaatinin altını çizmek istiyorum. Kuşkusuz bu yaklaşımın karşısına, devleti -demokratik veya değil- sonuçta kapitalist altyapının meşrulaştırıcısı bir üst yapı kurumu olarak tanımlayan kaba Marksist analizleri koymayı amaçlamıyorum. Ancak Türkiye’de (veya başka bir kapitalist ülkede) otoriter siyaset sorgulamasını “askerî vesayet” ve rutin dışında oluşmuş karanlık bağlar etrafında “derin devlet” ile sınırlamanın yanıltıcılığına işaret etmek istiyorum. Bu karanlık bağlar, Türkiye’de de İtalya ve diğer pek çok ülkede de Soğuk Savaş sürecinin komünizmle mücadele konsepti çerçevesinde kurulmuştu

Türkiye’de askerî vesayetin ve “derin devlet” yapısının özellikle Kürt meselesi çerçevesinde meşruiyet kazanarak güçlenmiş olduğu bir gerçek. Ancak bu yapı, Cumhuriyet’in otoriter inşa sürecinden ziyade İkinci Dünya Savaşı sonrası küresel siyasetlerinin kalıntısı idi ve ancak bu çerçevede hakkıyla sorgulanabilirdi. Neoliberal demokrasi söylemlerinin bu yapılara karşıtlık çerçevesinde şekillenmesinin gerisinde, Soğuk Savaş’ın sona ermesi ile bu yapıların büyük ölçüde işlevlerini kaybetmeleri vardı. Tam da bu nedenle, İtalya’da “derin devlet”e karşı “temiz eller” operasyonundan, sonuçta Berlusconi iktidarları çıktı. Toplumsal dinamikler ve Soğuk Savaş sonrası koşulların, Türkiye’de de devletin/statükonun yapısının dönüşmesini zorladığı bir gerçekti. Ancak bu kavşakta, yadırgatıcı olan sol siyaset söylemlerinin “demokratikleşme”/”demokrasi”yi giderek daha fazla liberal/neoliberal çerçevede tanımlamaya başlaması oldu. Türkiye’deki demokratikleşmenin önündeki engeller olarak askerî vesayetin, otoriter siyaset geleneğinin kökeninin Kemalizm ve Cumhuriyet’in ilk döneminde aranması, kapitalist ekonomipolitiğin, Soğuk Savaş sürecinin ve neoliberal yükselişin sorgulanmasını göz ardı etme işlevi gördü.

Bu noktayı biraz daha açalım; liberal/neoliberal bakış açısı demokrasiyi liberal piyasa ekonomisinin doğal sonucu olarak tanımlar. Bu çerçevede, faşizm/totalitaryanizm ve otoriter siyasetler “olağandışı” bir durum olarak değerlendirilir. Nazizm ve Stalinizm gibi örnekler, bu bakış açısını pekiştirecek şekilde, yani ırkçılık, militarizm ve şiddet siyasetlerini kapitalist ekonomik sistemden bağımsız biçimde tanımlar. Oysa, tüm otoriter tarihî tecrübeler kapitalist ekonomik sistem ve sistem denemelerinin veya krizlerinin içinden çıkmıştır. Kuşkusuz bu krizlerin öznel koşullarını sorgulamak gerekir, ancak aradaki bağı tümüyle yok saymak, otoriter siyasetlerin mahiyetini kavramamızı engeller. Batı Avrupa’da Nazizm (Almanya), Faşizm (İtalya) ve otoriter sistemler (İspanya, Portekiz), kapitalist sistemin sol ve emek hareketlerinin tehdidi karşısında güçlenmişti. Komünist ütopyanın bürokratik örgütlenmesi olan Stalinizm ise kapitalizme alternatif arayışının savrulduğu ve bu çerçevede sorgulanması gereken bir tarihî tecrübe idi. Nazizm ve Stalinizm’i aynı çerçevede sorgulamak otoriter siyaset deneyimlerini liberal ekonomik sistemin karşıtı olarak veya liberal ekonomik sistemi otoriter siyasetlerin alternatifi olarak tanımlar.

1980’li yıllarda, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’da yaşanan değişim sosyalist otoriter düzenlerden, “sivil toplum”un başarısı ve demokrasiye geçiş olarak selamlandı. Oysa, dönüşüm sadece piyasa ekonomisine geçişle sınırlı idi, Rusya dahil olarak tüm bu alanda “sivil toplum”un büyük ölçüde devletin inhisarında olan ekonomik varlıkların, eski parti bürokrasisinin talanına girişmiş şahıslar ve mafyatik bağlantıları olduğu, demokratikleşmenin ise devletçi yapıdan “crony kapitalizm” denilen ahbap çavuş kapitalizmine geçiş olduğu ortaya çıktı. Ukrayna ve Gürcistan’ın Batı nüfuz alanına geçiş çabaları Turuncu Devrim ve Gül Devrimi gibi adlar altında selamlandı, 90’larda Yugoslavya’nın çözülüş süreci “insani müdahalecilik” olarak askerî müdahaleleri meşrulaştırdı. 90’lardan bugüne kadar bu coğrafyada yaşanalar halen büyük ölçüde sorgulama dışında kaldı. Dahası, bu ihmal demokratikleşme ve demokrasi kavramlarının yıpranmasına ve demokrasiye kuşku ile bakan siyasi söylemleri gerekçelendirme işlevi gördü.

Ortadoğu ülkelerinin veya Müslüman nüfuslu coğrafyanın “demokratikleşme” ihtiyacı ve talepleri de hızla bu çerçeveye yerleştirildi. 90’lı yıllardan itibaren bu coğrafyadaki otoriter siyaset geleneğinin kökeni, Batı merkezci/seküler modernleşme sürecinin öne çıkardığı, toplumlarına “yabancılaşmış” askerî-sivil bürokratik devlet/siyaset yapısı idi. Bu çerçeveden hareketle, Batı dünyasında Ortadoğu ülkeleri üzerine yapılan analizler, bu ülkelerdeki otoriter devlet yapılarını bağımsızlıkçı-milliyetçi kadroların kurduğu bürokratik devletin siyasal mirası olarak değerlendiriyordu. Türkiye üzerine yapılan pek çok analiz, ülkedeki demokratikleşmenin önündeki engelin kökeninde otoriter/seküler modernleşme süreci olan “Kemalizm”in olduğuna işaret ediyordu. Oysa, 90’lı ve 2000’li yıllar söz konusu ülkelerde (Mısır, Tunus, Cezayir, hatta Libya) neoliberal ekonomik modelin güçlendiği yıllardı. Mevcut siyasi yapıların, neoliberal ekonominin öne çıkmasının yarattığı yoksulluk ve eşitsizlik temelinde oluşan toplumsal tepkileri baskılamak üzere giderek daha fazla otoriterleşmesi söz konusuydu. Türkiye örneğinde, 12 Eylül darbesinin neoliberal sürecin önünü açma işlevi gördüğünü biliyoruz, askerî yönetimin ekonomi müşaviri olan Turgut Özal’ın Türkiye’de sivilleşme ve demokratikleşmenin öncüsü olarak görülmesi bu çerçevede daha iyi değerlendirilebilir. Ortadoğu dahil, Batı dışı pek çok ülkede neoliberal ekonomik modelin hayata geçmesinin otoriter siyasetlerin himayesinde gerçekleştiği bir gerçekti. Mısır’da Mübarek rejiminin Nasır döneminin otoriter devlet yapısı üzerinden yükselmiş olması bir yana, bu rejimi ayakta tutan, bir yandan Batı müttefiki olarak desteklenmiş olması, diğer yandan Sedat döneminde başlayan liberal ekonomiye (infitah/açılma) geçişin yarattığı tepkileri baskılama işlevi görmesiydi. Mısır’da orduyu en güçlü kurum haline getiren en önemli etkenlerden biri, ABD müttefiki olarak askerî-mali yardıma boğulmuş olmasıydı. Türkiye’de 90’lı yıllara gelindiğinde devletin Kemalist kabuğunun içi ellili yıllardan itibaren yaşanan sürecin dinamikleri ile belirlenmişti.

Kemalizm eleştirisinden neo-Oryantalizm’e

Hal böyle iken 90’lı yılların demokratikleşme söylemlerinin merkezine, otoriter siyaset geleneğinin tükendiği Kemalizm’i yerleştirmek olsa olsa liberal/neoliberal demokrasi tanımının içinden konuşmak anlamına geliyordu. Mustafa Kemal’in bir otokrat olduğu, “tek parti” döneminin -adı üzerinde- otoriter bir siyaset süreci olduğu keşfedilecek bir sır değildi. Saltanatın ilgası sürecinde mesele zaten emrivaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir, bu behemehal olacaktır. Burada içtima edenler meclis ve herkes meseleyi tabi görürse, fikrimce muafık olur. Aksi takdirde, yine hakikat usulü dairesinde ifade olunacaktır, fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir” diyen bir siyasi liderden söz ediyoruz. Cumhuriyet’in kuruluşunun “devrim” olarak tanımlanıp tanımlanamayacağı tartışma konusudur, ancak demokratik bir süreç olamayacağı ve olmadığı açıktır. Kemalizm’i demokrasiye bükme çabalarını yadırgamak tabidir, ancak 90’lı yıllarda, demokratikleşmenin önündeki engelin kökeninde bu tarihsel olgunun yattığını iddia etmek, yukarıda da işaret etmeye çalıştığım gibi, bence siyasi bir şaşılıktı. Bu siyasi şaşılığın altını çizmemizin nedeni, Kemalizm’i otoriterlik ithamlardan azade kılmak değil, kalkış noktası bu zeminden hareket eden demokratikleşme iddialarının ve çabalarının yel değirmenleri ile savaşmaya benzemesidir. Demokratikleşme söyleminin, “eski moda solculuk” ve sınıf indirgemeci sığ sol analizlerden uzaklaşmak için küresel çapta neoliberal demokrasi söylemleri ile buluşulmuş olmasıdır.

Batı dünyasında da öne çıkan bu bakış açısına dayalı otoriter/bürokratik devlet eleştirileri, Habermas’ın işaret ettiği gibi, devletin sosyal yükümlülüklerinden uzaklaşması fikrinin meşrulaştırılması ve neoliberalizmin neo-muhafazakÂrlıkla buluşması işlevi görüyordu.[2] Bizim gibi otoriter modernleşme süreçlerinin yaşandığı Batı dışı toplumlar açısından da söz konusu olan, mevcut siyasi yapıların sorunlarını, ekonomik modeli tartışma dışına çıkaracak şekilde uzak bir dönemin mirasına yormaktı.

Bu tür tarihsel okuma biçimi, İslâmcı söylemlerin modernleşmenin seküler özelliklerine itirazlarla kolaylıkla örtüştü. Dahası, muhafazakâr/İslâmcı söylemlerin ekonomik liberalizmi, politik liberalizm (özgürlükler ve çoğulculuk) ile ayrı tutan tavrı ile uyuşuyordu. Gerçi demokratikleşme söylemine sahip çıkanlar içinde kendini sol olarak tanımlayanlar, İslâmcılık konusunda eleştirel tavır takındılar. Ancak bu çevrelerde de İslâmcılık, siyasal bir ideoloji olmaktan ziyade bir din konusu olarak tartışılıyordu. Tam da bu nedenle neoliberalizmle uyumlu İslâmcılığın siyasi olarak sorgulanmasından ziyade, başörtüsü, mescit, muhafazakâr yaşam tarzı bir kıstas olarak görüldü. Bu nedenle, demokrasi söylemi içinde kendini liberal/demokrat olarak tanımlayanlar ile hâlâ solcu olarak tanımlayanlar arasında ciddi bir tartışma yaşanmadı. Zaten başlangıçta, bu çevreler açısından en önemlisi AB sürecine verilen destekti. Daha sonraki süreçte, AK Partisi içinde veya çeperinde siyaset yapan veya entelektüel destek veren liberaller, sol liberal/demokratlar için (özellikle de seküler hayat tarzına sahip oldukları sürece) AK Partisi’nin demokratikleşme iddiasının güvencesi sayıldı. Bu şartlar altında, tıpkı liberal ekonomi modelinin yolunun illa demokrasiden geçmek zorunda olmadığı gibi neoliberal ekonomi modelinin yolunun da illa demokratikleşmeden geçmeyebileceği akıllara gelmedi. Tam tersine, AK Partisi iktidarının (ve muhafazakârların, İslâmcıların öteden beri) orduyla ile sorunlarının nedeni anti-militarist olmaları değil, ordunun laikliğin bekçiliğine soyunmuş olmasıydı. Oysa bahsedilen kesimler bunu gözden kaçırıp AK Partisi ile ordu arasındaki mücadeleyi “askerî vesayet” ile mücadele olarak tanımladılar. 2010 Yargı Reformu ve Referandumu aynı çerçevede desteklendi. Kısacası, aslında 90’lı yıllarda yanlış iliklenen düğmenin devamı gelmiş oldu. Askerî/sivil bürokrasi ve yargının Kemalist kabuğunun soyulduktan sonra, yeni kurgulanan iktidar/rejim yapısı içinde otoriter siyaset işlevini kolaylıkla sürdürebileceği hesaba katılmadı. Tam da bu nedenle demokratikleşme söylemlerinin Kemalizm sorgulanması ve devlet/toplum, asker-sivil karşıtlığı çerçevesinde kurgulanmış olmasının demokratikleşmenin anahtarı olmadığı acı bir ders ile öğrenilmiş oldu.

90’lı yılların demokratikleşme söyleminin bir diğer sorunu, Kemalizm’i sorgulamak için, bir İngiliz tabiriyle, “yıkandığı suyu dökerken bebeği de atmak” (throw the baby out with the bathwater) oldu. Kemalizm’i tartışırken modernleşme ve Cumhuriyet’in kazanımlarını hiçe saymak demokratikleşme taleplerinin mecrasını büyük ölçüde etkiledi. Modernleşme, Aydınlanma merkezcilik ve ulus-devletin otoriter özelliklerini sorgulayan ve 80’li yıllarda popülerleşen post-modernist eleştiriler, bu çerçeveler içinde baskılanan özgürlüklerin vurgulanması ve bu yönde direniş alanlarına işaret etmesi açısından önemliydi. Ancak Aydınlanma, modernlik, ulus-devlet eleştirilerinin siyasal izdüşümü, büyük ölçüde bunları aşan özgürlük siyasetlerine dönüşmedi ve çoğunlukla neoliberalizm ile örtüştü. Çok kültürlülük ve kültürel rölativizm neo-Oryantalizm’e[3] dönüştü. Modernizm ve ulus-devlet eleştirileri, devletin sınıfsal tahakküm yapısını göz ardı eden ve tam da bu noktada neoliberal devletçilik/bürokratik yapı eleştirileri ile buluştu. Yukarıda da Habermas’a gönderme yaparak işaret ettiğim gibi, kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi yoluyla devletin bu alandan çekilmesi ve sosyoekonomik taleplerin muhatabı olması sorumluluğundan sıyrılmasını meşrulaştırma işlevi gördü. Dahası, neoliberal demokrasi tanımı ile örtüşen otoriter ulus-devlet eleştirileri, Soğuk Savaş siyasetlerini ve kapitalist ekonomik modeli tartışma dışına çıkaran anakronizm ile büyük ölçüde örtüştü. Sosyoekonomik taleplerin demokrasi tartışmasının dışına itilmesi ve sosyoekonomik hakların yerini “insan hakları” söyleminin alması, küresel çapta bu yönde değişen demokrasi söylemlerini yansıtıyordu.

Kuşkusuz 1950’li yılların “modernleşme teorilerine” dönelim veya her şey eskisi gibi kalsaydı, demiyorum, tam tersine demokrasi tartışmalarının modernleşme ve ulus-devlet paradigmasının baskıladığı özgürlük alanlarının açılabilmesi için bu paradigmanın gerisine düşülmemesi gerektiğinin altını çizmeye çalışıyorum. Nitekim, Aydınlanma ve modernizm eleştirileri merkezli demokrasi ve özgürlükler söyleminin vardığı noktada, “cemaatçilik” ve kültürel rölativizm fikirleri çerçevesinde burjuva devrimlerinin tarihe tanıttığı bireysel özgürlükler kavramının gölgelendiğini biliyoruz. Modern Batı kapitalizminin sınırları çerçevesinde tanımlanan “evrensel değerler” iddiasının sorgulanması önemliydi, ancak bu kalkış noktasından hareketle varılan “Batı dışı modernlikler”, “liberal olmayan demokrasiler” gibi kavramsallaştırmaların Batı dışı ülkelerde demokrasi kavramını piyasa ekonomisinin varlığı ile sınırlandırması çokça tartışıldı. Laiklik ilkesinin özgürlükleri baskılayan tanımı sorgulanmaya muhtaçtı, ancak toptan bir baskı aracı olarak kavranması özgürleştirici olmaktan ziyade din ve mezhep iddialı yeni baskılama kurgularına açıktı.

Modernleşmenin düşünsel sınırlarının ve siyasal açılımlarının darboğazlarını görmezden gelen otoriter modernizm ve ulusalcılık savunularının demokrasi ufku açısından ne bizde ne de dünya ölçeğinde karşılığının olduğunu düşünenlerden biriyim. Diğer taraftan, demokrasi ufkunun modernleşme, laiklik, cumhuriyet ve hatta ulus-devlet paradigmasının kazanımlarını görmezden gelen sorgulamalarının, bu kazanımların gerisine düşme riski taşıdığına sadece Türkiye’de değil, dünya çapında tanıklık ediyoruz. Her şeyi yeniden düşünmek ve sorgulamak gerekiyor. Daha gerisine gitmek de mümkün, ancak özellikle 90’lı yılların tartışmalarını hatırlatmak ihtiyacı duymamın nedeni, vardığımız noktada otoriter bir rejimin yerleşmesinin ötesinde, siyasal muhalefet alanında yeni bir demokrasi ve özgürlükler ufkunun olmadığına ilişkin kanaatimdir. Kemalizm’in ideolojik gücü halen devam ettiği için demokrasi ve özgürlükler yönündeki siyasetlerin önünün kapandığını iddia edenlerin aksine, dar bir çevre dışında Kemalizm’in/ulusçuluğun yeniden itibar görmesinin nedeninin 90’lı yıllardan bu yana demokrasi söylemlerinin zaafları olduğunu düşünüyorum.


[1] İlker Aytürk’ün Birikim’de başlattığı bu tartışmayı derginin 391. sayısında değerlendirdim.

[2] Jurgen Habermas, The New Conservatism, Polity Press, 1989.

[3] Ian Almond, The New Orientalists, Tauris, 2007.


Nuray Mert - birikimdergisi.com



9 Şubat 2022 Çarşamba

Sevmek kısa sürdüyse unutmak uzun sürer

Pablo Neruda-

"Bu gece en hüzünlü şiirleri yazabilirim"

Şöyle diyebilirim: "Gece yıldızlardaydı
Ve yıldızlar, maviydi, uzaklarda üşürler"
Gökte gece yelinin söylediği türküler
Bu gece en hüzünlü şiirleri yazabilirim
Hem sevdim, hem sevildim, ya da o böyle söyler
Bu gece gibi miydi kucağıma aldığım
Öptüm onu öptüm de üstümde sonsuz gökler
Hem sevdim, hem sevildim, ya da ben böyle derim
Sevmeden durulmayan iri, durgun bakışlı gözler

                   

Bu gece en hüzünlü şiirleri yazabilirim
Duymak yitirdiğimi, ah daha neler neler
Geceyi duymak, onsuz daha ulu geceyi
Çimenlere düşen çiy yazdığım bu dizeler
Sevgim onu alıkoymaya yetmediyse ne çıkar
Ve o benimle değil, yıldızlıdır geceler
Yürek zor katlanıyor onu yitirmelere
Uzaklarda birinin söylediği türküler
Bakışlarım kovalar onu tellim her yerde
Bakışlar sanki onu bana getirecekler
Böyle gecelerdeydi ağaçlar beyaz olur
Artık ne ben öyleyim ne de eski geceler
Sesim arar rüzgârı ona ulaşmak için
Şimdi sevmiyorum ya, eskidendi sevmeler
Şimdi kimbilir kimin benim olduğu gibi
Sesi, aydınlık teni, sonsuz uzayan gözler
Sevmiyorum doğrudur, yürek bu hâlâ sever
Sevmek kısa sürdüyse unutmak uzun sürer
Bu gece gibi miydi kollarıma almıştım
Yüreğimde bir burgu ah onu yitirmeler
Budur bana verdiği acıların en sonu
Sondur bu onun için yazacağım dizeler

Pablo  NERUDA

Çeviri : Hilmi YAVUZ

31 Ocak 2022 Pazartesi

Timus

Timüs, kemik iliği gibi birincil lenf organlarından biridir. Vücudumuzda iman tahtasının üzerinde, tiroid bezinin altında ve soluk borusunun önünde bulunur. Timüs bezi bir komuta-eğitim merkezidir. Triorid bezi tarafından salgılanan T hücreleri yani lenfositlerin; vücut hücreleri ile vücuda zararlı olabilecek yabancı hücreleri ayırt etmeyi öğrendikleri yerdir.

Timüs bezinde meydana gelecek titreşimlerin sıklığı kişinin genç ve sağlıklı yaşamasında paralellik gösterir.

Yani Timüs bezi ne kadar çok titrerse kişi o kadar genç ve sağlıklı yaşar. Atabileceğiniz güçlü bir " Kahkaha " veya gögsünüze vurabileceğiniz hafif dokunuşlarla Timüs bezinin titreşmesini sağlayarak direnç kaybını en aza indirmek mümkün olabilir.
Aşırı üzüntü anında bazı kültürlerde, özellikle de kadınların gögüslerine vurduklarını görürüz. Bu olay tamamen beyin tarafından yaratılan istemsiz yani refleks kaynaklı bir harekettir. Kişi göğsüne vururken Timüs bezini titreştirir ve bağışıklıkta üzüntü kaynaklı olası direnç kaybının önüne geçer.
Kahkaha da titreşim yaratacağından bağışıklık sistemini güçlendirir.

Timüs bezi bağ dokusundan yapılmış ince bir kapsülle çevrilmiştir. Kapsül, diğer lenfoit organlarda olduğu gibi bezin içine girerek onu bölmelere ayırır. Her bölüm (lobül) korteks ve medulla adı verilen sırasıyla koyu ve açık renkte bölgelere sahiptir.

Timüs yaşla birlikte gerileyen bir organdır.

29 Ocak 2022 Cumartesi

“Kulüp”ten bize yansıyanlar

Netflix’te yakın zamanda vizyona giren “Kulüp” dizisi, bazı kesimlerce övgülere boğularak göklere çıkarılırken bazı kesimlerce de özellikle bahsi geçen tarihsel olaylar açısından olumsuz eleştiri yağmuruna tutularak adeta yerin dibine sokuldu. İstanbul’da geçen dizide, on yedi yıl hapiste kalan ve bir af sonucu hapisten çıkan Seferad Yahudisi Matilda ve o süreçte yetimhanede büyüyen kızı Raşel’in yolları Matilda istemese de bir şekilde kesişir. Raşel’in başı, büyük bir gece kulübünün yöneticisi Çelebi ile derde girince annesi Matilda bunun karşılığında bu kulüpte çamaşırcılığa başlar. Dizi 1942 Varlık Vergisi’nin devreye girmesi ile başlar ve 6-7 Eylül 1955 olayları ile sona erer. Kulüp sahibi Orhan, aslen Rum kökenlidir ve asıl adı da Niko’dur. Annesi Mevhibe’nin oğluna karşı korumacı yaklaşımı, oğlunun başarılı olmasını büyük bir tutkuyla istemesi ve dönemin şoven politikalarının diğer uluslarla eşitçe bir arada yaşama koşullarının önüne geçmesi, asıl kimliklerini uzun yıllar boyu gizlemelerine sebep olur. Yıllarca bu şekilde yaşarlar ancak hesaba katmadıkları bir şey ortaya çıkar: Mevhibe’de Alzheimer hastalığı. Zaman zaman Türkçeyi unutup Rumca konuşmaya, geçmişteki olayları tekrar yaşadığını zannetmeye başlar. Asıl kimliğinin ortaya çıkmasından korkan Orhan ise, annesinin bu durumunu saklamak için evlerinde çalışan herkesi gönderir, annesini ilaçlarla uyutur. Ancak annesinin durumu giderek ağırlaşır. Orhan da git gide akli dengesini yitirmeye başlar. Dizide Mevhibe ve Orhan’ın kendilerini koruma içgüdüsü ile asıl kimliklerini saklama telaşları ve bunun yarattığı gerilimler çok iyi bir şekilde izleyiciye yansıtılıyor. Dizide havada kalan yerlerden biri de Selim’in cinsel yönelimine dair. Burada çeşitli işaretler ve birkaç tartışmanın belirli belirsiz parçalarında çeşitli göndermelerde bulunulup, açıktan ifade edilmemesinin hem dikkat çektiği hem de hangi kaygıyla yapıldığına anlam vermenin zor olduğunu söylemek gerek. Dizinin kötü karakteri Çelebi ise son 2 bölümde adeta iyilik meleği kesiliyor. “Herhalde bir insan bu kadar kötü olamaz. Matilda’nın onu fark etmeyişinin hırsından ona eziyet ediyor” fikrinden hareketle Çelebi aklanmaya çalışılıyor. Ancak çalışanlarına ve Matilda’ya psikolojik ve ekonomik şiddet uygulayan, kadınları yalnızca cinsel obje olarak görüp cinsel şiddet uygulayan Çelebi’ye hemen iyi insan kılıfını giydirmek mantığa uygun değil.

AZINLIK DİLİ: LADİNO
Ayrıca dizide Ladino diline ait diyaloglara ve Ladino şarkılarına yer veriliyor. İnsanın yüreğine dokunan Ladino müzikleri, dizi sahneleri ile birleştiğinde insanın daha da içine işliyor. Ladino, sürgüne zorlanan İspanyol kökenli Yahudilerin yani “azınlıkların” dili. Ladino müziklerinde bir azınlığın sürgüne uğramışlığının çaresizliği, hüznü, naif bir şekilde dalgalanıyor, kaburgalarınızda dolaşıyor adeta. Bazı Türkçe şarkılarda da Ladino ezgileri kullanılmıştır. Bunların en bilineni “Durme querido hijico”dur. Ezgisini açıp dinlediğiniz zaman muhakkak Türkçe sözleri dökülecektir dudaklarınızdan. Dizi; dönem kıyafetlerinden şarkılarına, kostümlerinden oyuncu performanslarına adeta enfes bir görsel şölen havasında. Ancak Kulüp’ün ışıltılı dünyası bazı gerçekleri göz ardı etmemize neden olabiliyor. Mesela, tarihler arası tutarsızlık gibi. Varlık Vergisi, 1942’de kanun olarak ortaya konuluyor. Dizideki Matilda karakteri ise Varlık Vergisi’nden sonra ailesini dağıtan Mümtaz’dan intikam almak için onu öldürüyor ve on yedi yıl hapis yatıyor. Hapisten çıktığında 1959-1960’lı yıllara denk gelmesi gerekirken çıktıktan bir süre sonra 6-7 Eylül 1955 olaylarını yaşamış oluyor. Evet,verilmek istenen mesajlar gayet iyi ama bir hikâye gerçek olaylardan besleniyorsa bu tarz mantık hatalarına da dikkat edilmesi gerekir. 6-7 Eylül Olayları ya da diğer adıyla İstanbul Pogromu’nu anlatan bu dizinin yine de cesurca olduğunu söylemek gerekir. Bu yüzden takdiri hak ediyor. Bu diziden önce de 2009’da vizyona giren Tomris Giritlioğlu’nun Güz Sancısı filmi, 6-7 Eylül olaylarını, yine Tomris Giritlioğlu’nun 1999 yapımı “Salkım Hanım’ın Taneleri” filmi Varlık Vergisi’ni konu alır. Ancak her ne kadar eksiklikleri olsa da “Kulüp” dizisi meseleyi daha ileriden tartışıp gerçekleri olanca sertliği ile yüzümüze çarpıyor. Dizinin sonunda Raşel’in bebeği doğuyor ve bebeğin yetişkin halinin sesi anlatıcı konumuna geçiyor. Orada kullandığı “seçilmiş aile” kavramı ise bana göre; hikâyeye son noktayı koyan bir kavram. “Seçilmiş aile” diye bahsettiği, birbiri ile hiçbir kan bağı bulunmayan, farklı milliyetlere, dinlere mensup ancak birbirleri ile gönül bağı kuran, dayanışan, sevgi ve dostluğu büyüten “Kulüp” çalışanları.

YÜZLEŞİLMESİ GEREKEN GERÇEKLİK: 6-7 EYLÜL OLAYLARI
İstanbul Pogromu, Türkiye’nin yüzleşmesi gereken bir gerçekliktir. Çünkü yüzleşilmedikçe, derine gömüldükçe bunlara yenileri eklenecektir ki eklenmektedir de. İktidarlar kuyrukları her kapana kısıldığında yaptığı gibi halklara milliyetçilik ve şovenizm pompaladıkça ırkçı saldırılar yine artmaya başladı. Kürtlere ve mültecilere yönelik özellikle de son dönemde alevlenen bu nefreti söndürmenin tek yolu ise sorunun asıl kaynağını teşhir etmekten geçiyor. Terazinin bir ucunda ezenler diğer ucunda ezilenler var. Ezenler, ezilenleri diline, dinine, ırkına bakmadan eziyor. Bu yüzden ezilenlerin de din, dil, ırk ayrıştırmalarına kanmadan ezenlere karşı birlikte mücadele vermesi gerekiyor.
Yazıyı, dizide kullanılan, Türkçesini Zülfü Livaneli’nin, Yunancasını Maria Farantouri’nin seslendirdiği “Kardeşin Duymaz/San To Metanasti” şarkısından bir kesitle sonlandırıyorum:

Kıvılcım EFTELYA - İnönü Üniversitesi

Evrensel

17 Ocak 2022 Pazartesi

Termik santraller neden kapatılmalı?

Yaşadığımız yüzyılın en büyük sorunlarından biri olan ve etkilerini neredeyse her gün yaşamaya başladığımız iklim krizinin en önemli nedeni karbon emisyonudur. Karbon emisyonu, doğada oluşan karbonun atmosfere salınmasıdır. Atmosfere salınan bu gazlar, dünyanın sıcaklığının artmasına neden oluyor. Artan sıcaklık nedeniyle son yıllarda hepimizin yakından gözlemlediği ve doğrudan etkilendiği aşırı hava olayları yaşanıyor.

İklim krizine yol açan karbon emisyonunun büyük kısmını ise kömür, petrol, doğalgaz gibi fosil yakıt kullanan termik santraller oluşturur. Bu nedenle karbon emisyonunu azaltmanın ya da sıfırlamanın ön koşulu başta termik santraller olmak üzere karbon salımına neden olan faaliyetlerin durdurulmasından geçmektedir. 
Ülkemizde faaliyette bulunan termik santrallerin hemen hemen tamamı fosil yakıt kullanmaktadır. Termik santrallerin olumsuz etkisi sadece karbon emisyonu ile sınırlı olmayıp hava Kirliliği, su kirliliği, toprak kirliliği, canlılar üzerinde yaptığı etkiler ve arazi kullanımı üzerindeki etkileri olmak üzere birçok olumsuz etkisi vardır.
Kullanılan yakıta bağlı olarak değişen oranlarda çıkan ve hava kirliliğine neden olan gaz ve partikül maddeler uzun zaman boyunca havada asılı kalmaları nedeniyle solunum şikayetlerine, akciğerlerde kalıcı hasarlara, bronşite, anfizeme, damar hastalıkları gibi hastalıkların yanında ölümlere de neden olmaktadır. 
Termik santrallerin oluşturduğu hava kirliliği sadece havayı soluyan canlılara değil, orman ve geniş tarım arazilerini de olumsuz etkilemektedir. Bacalardan atmosfere salınan kirleticiler, atmosferdeki su partikülleri ve diğer bileşenlerle tepkimeye girerek sülfirik asit ve nitrik asit’i oluştururlar. Atmosferde oluşan bu asitler, yağmur yoluyla toprak ve suya karışmaktadır.  
Termik santraller soğutma, buhar elde etme ve temizleme gibi çeşitli nedenlerle önemli miktarda su kullanmakta ve tüm bu işlemler sonucunda tonlarca atık su oluşturmaktadır. Atık sular ne kadar işlemden geçirilirse geçirilsin çevre kirliliğine yol açmaktadır. 
Ayrıca, kullanılan suların arıtılması sırasında kullanılan kimyasal maddeler suyun kirlenmesine neden olmaktadır. Yine, baca gazından çıkan maddelerin yarattığı asit yağmurları da kirliliğe, bitki ve toprak yapısında değişime neden olabilmektedir. Uçucu küllerde bulunan ağır metaller yağmur sularıyla birlikte yer altı suyuna ve içme suyu kaynaklarına ulaşabilmektedir.

Türkiye’nin sahip olduğu en bol fosil kaynaklı yakıtı linyit olup, linyit düşük-kaliteli ve yüksek derecede kirlenmeye yol açan yakıt kaynağıdır. Linyit kömürünün kullanımı çok yüksek miktarda kükürt dioksit, azot oksitler, karbondioksit, ozon, hidrokarbonlar, partiküler madde ve kül oluşturmaktadır. Bu atıklar çevre sağlığını değişik biçimlerde etkilemektedir.
Türkiye’deki linyitlerde önemli miktarda radyoaktif madde ile zehir etkisi yaratan elementler bulunmaktadır. Bu linyitlerin yakılmasıyla söz konusu radyoaktif maddeler baca gazları arasında partikül halinde veya kazandan çıkan diğer küllerle birlikte atılmaktadır. Afşin-Elbistan linyitleri üzerinde yapılan araştırmada uranyum, potasyum, radyum ve toryum gibi radyoaktif maddelerin belirlenen yoğunlukları, literatürde yer alan kömürlerin ve dünya kabuğunun ortalama değerinin çok üzerinde olduğu tespit edilmiştir. Söz konusu elementler sadece yüzey ve yer altı sularını kirletmemekte, aynı zamanda toprağın kirlenmesine de neden olmaktadır.
Özellikle baca filtresi olmayan tesislerden, büyük oranlarda kükürt dioksit çıkışı olmaktadır. Söz konusu gazın canlılar üzerinde birçok olumsuz etkisi vardır. Bunlardan birisi, bitkiler üzerindeki etkisidir. Linyitle çalışan termik santrallerin ormanlar üzerinde de olumsuz etkisi söz konusu olmaktadır. Bu etki çam gibi iğne yapraklı ağaçların iğne yapraklarında kükürt birikimi ve ağaçların yıllık büyüme halkalarında da daralma olarak ortaya çıkmaktadır. 
Elektrik santrallerinin arazi kullanımı üzerinde de olumsuz etkileri vardır. Öncelikle termik santrallerde kullanılan enerji kaynağının depolanması, ciddi bir sorun oluşturmaktadır. Linyitle çalışan termik santrallerde düşük kaliteli linyit kullanılmaktadır. Özellikle açık linyit işletmelerinin çevreyi daha fazla olumsuz etkilediği bilinmektedir.
Enerji kaynağının depolanması dışında termik santrallerde günlük olarak çıkan ağır metal ve radyoaktif elementler içeren kül miktarının fazla olması geniş alanların kül depolama alanı olarak kullanılmasına yol açmaktadır. Küllerin üzeri toprakla örtülse bile oluşan radon gazı toprağın gözeneklerinden geçerek havaya karışmakta, polonyuma ve aktif kurşuna dönüşebilmektedir. Bu nedenle kül yığınları çevreye uranyum da dahil radyoaktif madde yaymaktadır. 
Aynı zamanda kömür üretimi iş cinayetlerinde ölen binlerce madencinin yanı sıra; kömür demek, kanser demek, KOAH hastalığı demek, kısacası ölüm demektir. 
Termik santrallerin kapatılması için başka ne olmalıdır. 

Hüseyin Çağlar - www.yenibakis.com

16 Aralık 2021 Perşembe

‘Siyah kuğular’ zamanı

Rejimin geldiği noktada karşımızda Kriz (Kaos), Panik ve Hezeyan var. Öyleyse, “zamanların hem en kötüsüdür hem de en iyisi” ...

“Kriz”, bir organizmanın yaşamındaki birleştirici ve çözücü eğilimlerin arasındaki diyalektiğin getirdiği “yaşamla ölüm arasında bir karar anını”, “Kaos” da bu karar anı içinde, düzenin hızla kaybolmaya, sürecin hızla anlaşılamaz olmaya başladığı durumu betimler. “Panik”, korkuya ve bu durumun içinden çıkma telaşına, “hezeyan” da bu telaşın dilde kendini açığa vuran hallerine ilişkindir. Kriz (kaos), panik ve hezeyan birleştiğinde denge “ölümden” yana döner. Organizmanın telaşı, içinde bulunduğu toplumsal eko sistemi yakıp yıkarak gidişi hızlandırır. “Zamanların en kötüsü” işte bununla ilgilidir. “En iyisi” ise yeni bir düzen yaratma olasılıklarıyla…

Kriz derinleşiyor
Yıl başlarken “istikrarsızlıkların istikrarı bozuldu” diyerek, rejimin, birleştirici ve çözücü eğilimlerin diyalektiğini artık kontrol edemediğine, diğer bir deyişle bir krizin içine girmeye başladığına işaret ediyordum. Kriz derinleşmeye devam etti, kaosa dönüşmeye başladı.

Örneğin, ABD Doları’nın, geçen yılın aralık ayında 7+ YTL düzeyinde olan fiyatı bugün 14+ YTL düzeyinde dolaşıyor. Karşımızda yüzde 98+ gibi bir devalüasyon var. Üretimi, tüketimi, ithalatı (ve ihracatı) döviz girişine bağlı bir ekonomide, bu görülmemiş, adeta müstehcen düzeyde devalüasyon boyunca, halkın yaşam düzeyine ne olduğunu örneklemeye bile gerek yok. Sokaklardaki “geçinemiyoruz”, “barınamıyoruz” çığlıklarına, işçi sınıfının hak arama çabalarındaki yoğunlaşmaya, “Liderin” kendi kentinde bile üreticinin “kuyunun dibindeyiz” türünden yakınmalarına, muhalefetin Mersin mitinginin resimlerine bakmak yeter de artar bile.

Diğer taraftan, bu müstehcen devalüasyonun gıda ürünleri, akaryakıt, gübre, ilaç fiyatlarına henüz tümüyle yansımadığı da bir gerçek. Kış aylarında Omicron varyantı üzerinden Covid-19 salgını hızlanırken konutları ısıtma, hane halkını besleme maliyetleri (hatta temel malları ve ilaçları edinme sıkıntısı-potansiyel kıtlık riski) artacaktır.

Ve kaosa dönüşüyor
Rejim, krize karşı önlem üretemediği gibi, uyguladığı politikalarla “kaos” eğilimlerini daha da derinleştiriyor. Bu yüzden, uluslararası mali piyasalarda egemen hava, özellikle, uluslararası mali sermayenin devlerinden UBS, Türkiye üzerine rapor yayımlamayacağını açıkladıktan sonra, ancak “Doktor ne yerse yesin, diyor” deyimiyle tanımlanabilir bir noktaya geldi. Derecelendirme şirketlerinin raporları, negatif eğilimleri ve “çöp” alanına doğru bir gidişi sergiliyor.

Rejim, yüzde 100’e yakın devalüasyona neden olan faiz politikasını uygulamaya devam ederken “Biz ne yaptığımızı biliyoruz… Bekleyin görün” diyor ama bu iddiasına karşılık, ortaya dini ayetlere yapılan göndermelerden başka bir dayanak koyamıyor. “Olmayan dolarlarını satarak” (Reuters), adeta kendi kuyruğunu yiyerek yaşamaya çalışıyor.

Bu sırada kamuoyu yoklamaları, rejimin yalnızca güven kaybetmeye devam ettiğini değil, en temel kurumsal desteğine (tarikatlara) karşı halkın öfkesinin hızla yükselmekte olduğunu, bu kurumları onaylayanların oranının AKP seçmeni içinde bile yüzde 7 dolayına çöktüğünü, halkın siyasal İslamın “gerçeğini” artık kavradığını gösteriyor.

Bu ortamda rejime bakınca karşımıza, “barınamıyoruz” diyen öğrencileri, sokakta YouTuber gençleri tutuklamaya, yeniden OHAL’e uzanan bir panik ve “Ne zaman içeride büyük fırtınalar koparılıyorsa bilin ki dışarıda bir oyun tezgâhlanıyor”. “Erdoğan’ı devirin, iktidarı bize verin, o haritayı uygulayın” diyorlar… “Dedeağaç’tan ABD askerleri… sınırı geçecek. Türkiye’ye girecek” gibi hezeyanlar çıkıyor. Ekonominin kaderi bir şahsın iki dudağının arasındayken “serbest piyasaya” sadakat ilan eden, sonra büyük sermayenin temsilcilerini toplayıp “yüzer milyon dolar öksürün çorba” içelim gibisinden bir çağrı yaptığı aktarılan, “siyasal İslam az daha devleti ele geçiriyordu” gibi açıklamalarda bulunan komik tipler de “şahsımı” temsilen ortalıkta dolaşmaya başladı. Sanırım, “Siyah kuğular” zamanına girdik.

Kaynak:Ergin Yıldızoğlu (Cumhuriyet)