Translate

17 Ekim 2021 Pazar

Yetmez ama evet tartışmaları: Kimler neler söyledi?


Fransa’da düzenlenen bir panelde, konuyla ilgisiz bir biçimde sorulan "2010 yılında Anayasa referandumunda 'Yetmez ama evet!' dediniz, pişman mısınız?" sorusu önemli bir tartışma başlattı.

Panelin katılımcıları tam olarak böyle demedikleri halde, amerikanınsesi.com sitesi tarafından “Türk Aydınlardan ‘Yetmez ama Evet’ Özeleştirisi” manşeti ile verilen haber, kısa zamanda yetmez ama evet diyenlere linç kampanyasına dönüştü.

Linç etmeye çalışanlar o kadar düzeysiz ve kendini kaptırmış haldelerdi ki her türlü saçma iddia gerçekmiş gibi ortaya atıldı. Panelde konuşanların yeni dönemde rol çalmaya çalıştıkları söylendi. 2010’da yetmez ama evet diyenlerin politik konularda ağzını açmasının yasaklanmasını talep edenler oldu.

2010 Anayasa referandumu ile ilgili çeşitli dönemlerde çeşitli linç kampanyaları ulusalcı sol kesimler tarafından gerçekleştiriliyor. Ancak bu defa iş zıvanadan çıktı. Saçmalamanın dozu artınca, o dönem yetmez ama evet diyen çeşitli aydın, politikacı ve akademisyenler konu hakkındaki görüşlerini yazılı olarak kamuoyuna açıkladılar. Yetmez ama evet düşmanlarının aslında ne yapmaya çalıştıklarını ortaya koydular.

Bu yazılardan derlenen alıntılar şöyle:

Baskın Oran (Agos): YAE (yetmez ama evet) diye 10 küsur yıldır 24 saat sayıklayan ulusalcıların bütün derdi, örtmek. Ulusalcı CHP’nin yapıverdiklerini örtmek. Abdullah Gül’ü 2007’de cumhurbaşkanı seçtirmemek için 367 rezaleti dediğimiz ucubeyi yaratan sivri zekâlılığı örtmek.

YAE diye sayıklayanların 2010 referandumu maddelerinden  hiç haberleri yok, çünkü karşı çıkmaktan okumaya vakit bulamamışlar. Oysa memurlara toplu sözleşme hakkı orada verildi. Ombudsmanlık getirildi. Sivillerin askerî mahkemede yargılanabilmelerine son verildi. Nisap 2/3’e yükseltilerek siyasi parti kapatmak çok zorlaştırıldı (ki, şimdi bundan HDP yararlanacak). AYM’ye bugün tek can simidimiz olan bireysel başvuru hakkı getirildi (ki, şimdi bu Barış Akademisyenleri’nin tek umudu). HSYK’nin meslekten çıkarma cezalarına karşı yargı yolu açıldı. En önemlisi, yargı reformu getirildi. 

Deniz Güngören (Marksist.org): Sosyalistler referandumlarla dünyanın değiştirilebileceğini düşündükleri için değil, demokratikleşmenin ve dolayısıyla işçi sınıfının önünü açacak talepler etrafında geniş kitleleri mobilize etme fırsatı olarak gördükleri için böyle süreçlere müdahil olurlar. Reformlar bir bir geri sarılmaya başladığında da “o günden bunları görmek lazımdı” diye düşünmezler, sistemin sınırlarını ve ikiyüzlülüğünü teşhir ederler.  Ve sosyalistler “ne istiyoruz, nasıl alırız?” diye sorarlar, “bunu yaparsak birilerinin maşası olur muyuz?” diye değil.

Ufuk Uras: Orhan Pamuk'un bir toplantıda ‘Yetmez ama Evet’ üstüne gelen bir soruya yanıt vermeye tenezzül bile etmemesi çok doğru bir yaklaşım. Aradan 11 yıl geçmiş ve ‘Evren anayasası değişmezse Erdoğan'la daha iyi mücadele edilir’ gibi bir deli saçması yaklaşım için ne denilebilir ki.

Zehra Çiğdem Özcan (Birikim): Doğru tavrı gösterdiğini düşünen ve sözünün arkasında olan “yetmez ama evetçi”lerin siyaseten ne düşündükleri ya da durumu nasıl algıladıkları önemsenmeksizin, yaptıklarının yanlış olduğuna kanaat getirmemekle suçlanmalarının ve bunun da kibirden kaynaklı olduğunun iddia edilmesi en büyük kibirdir. “Yetmez ama evet”çilerin sessiz kalmalarının, polemiğe girmekten kaçınmalarının nedeni, haksız olduklarını bilmeleri değil, dertlerini açıklamak konusunda duydukları umutsuzluk olabilir. Yaptığının arkasında duran insanları sessizlikten faydalanarak özür dilemeye zorlamak, “sükut ikrardan gelir” türünden vecizelere sığınarak, siyasi güçsüzlüğü onlar üzerinden güce dönüştürmeye çalışmak kesinlikle kabul edilemez. Buna izin verildiği noktada ortaya çıkacak şey, “daha iyi bir dünya” değil, olsa olsa zorbalık olur.

Sezai Temelli: Anayasa referandumunda ‘evet’ oyu kullandım, pişman değilim. 2010 koşullarında vesayete karşı verilmiş, 12 Eylül ve darbecilerin yargılanması gibi çok önemli değişiklikler var orada. Bu, Türkiye’deki askeri vesayete karşı aslında önemli bir hamlenin adresi. Ama bu referandum, AKP’nin işine de yaramıştır. AKP’nin işine yaramasını engelleyebilirdik.

Selami Gürel (Marmara Yerel): 2010 Anayasa referandumunda sosyalistler, devrimci demokratlar “bu anayasa değişikliği önemli, ama Kürtlerin kimlik sorununu karşılamaktan uzak. Kürt coğrafyasında boykot, diğer bölgelerde -önerilen değişimin yetersiz olması nedeniyle- yetmez ama evet demeliyiz” tutumunu takındı. Ben bu tutumu sonuna kadar doğru bulanlardan biriyim. Benim gibi düşünenlerin –küçük bir azınlık dışında- sosyal şovenizme, ulusalcılığa, Kürt Düşmanlığına kaymadığını gözlemliyorum. Bu insanların büyük bir çoğunluğu, barışın, Kürt halkının eşit haklarının yanında durmaya devam ediyor.

Şenol Karakaş (Marksist.org): Yetmez ama evet’ten sonra neler olmuştu hatırlarsak: 24 Nisan Ermeni Soykırımı anmaları gerçekleştirilmeye başlandı. Kürt halkının özgürlüğü için mücadele yeni bir evreye sıçradı, Çözüm Süreci başladı. 1 Mayıs’ta Taksim Meydanı yeniden kazanıldı. Eylem alanları genişledi. Irkçılığa karşı dev bir dalga yükselmeye başladı. Bir aşaması dev LGBTİ+ yürüyüşlerine, bir başka yönü İstanbul Sözleşmesi’ne, öte yandan HDP’nin 2015 Haziran’ında aldığı muazzam oylara kadar ulaşan farklı bir dinamik ortaya çıktı. 

Alper Görmüş (Serbestiyet): Dünün “kahrolsun YAE’ciler”inin bugün belki bir-iki istisna dışında muhalefet blokunu desteklediğini biliyoruz. Ana omurgasını, hiç de hoş çağrışımlar uyandırmayan iki gelenekten gelen iki partinin oluşturacağı bir koalisyonu desteklemek de bir YAE değil mi? DEVA’yı, Gelecek Partisi’ni saflara kabul etmek YAE değil mi? Fakat YAE demeden siyaset yapılamayacağını içine sindiremeden YAE’cilik yapılınca iş ister istemez oportünizm kılığına bürünür.  YAE’cilik yaparlar ama bunu asla telaffuz etmezler.

Abdullah Naci: Türkiye'ye bugünkü koşulları hazırlayanlar, yetmez ama evetçiler değil, ikna odaları kurup başörtülü öğrenci avına çıkan akademisyenler, askerin sözcülüğüne soyunan gazeteciler ve siyasetçilerdir. Orhan Pamuk kafası değil, Mine Kırıkkanat zihniyetidir. Kimse kendini kandırmasın.

Yıldıray Oğur (Karar): Yetmez Ama Evet tartışması artık geçmiş hakkında değil, gelecek hakkında bir tartışma. Bu turnusola bakarak ortak bir gelecek kurup kuramayacağımız, birbirimize güvenip, bir kere daha “Yetmez Ama Evet” deyip diyemeyeceğimiz ortaya çıkacak. Çünkü birbirine güvenip, zaman zaman demokrasi için uzlaşarak, risk alıp “Yetmez Ama Evet” diyemeyen toplumlar bir otoriterlikten diğerine geçip durur.

Marksist.org

18 Eylül 2021 Cumartesi

‘En az’ ile ‘en çok’un ötesinde


Siyasal ve toplumsal mücadelelerde başrol üstlenen güçler yürüyüşlerinin belli bir aşamasında kaçınılmazca bir yol seçimi sorunuyla karşı karşıya kalırlar. Tutmaları mümkün birçok yol ve doğrultu vardır ama daha önce hiç o yollardan geçmemişler, varacaklarını düşündükleri yeri de hiç deneyimlememişlerdir. Böyle bir anda geleceği ancak akılla görebilirler. Öyle akılcı kararlar vermeleri gerekir ki, seçilen yol boyunca hem öncüyü takip eden büyük kitlenin moralini, mücadele azmini, zafere inancını ayakta tutabilsinler; hem mücadele alanına en büyük güçle ve en elverişli konumda girebilsinler; hem de karşıt ve rakiplerinin yürüyüşlerini bozarken kendilerini karşı hamlelerden koruyabilsinler.

“Ortak duyu”, halka ve önderlere her zaman ve her şeyde olduğu gibi “en kolay yol”u empoze eder. Doğanın ve toplumun işleyişinden edinilen gündelik yaşam deneyimi milyonlara değişik kalıplar içinde hep bunu söyler. Onlar, “genel çekim yasası”nı hiç duymuş olmasalar da bilirler: “Su akar, yolunu bulur”, “Her çıkışın bir inişi vardır,” “Yükselen her şey düşer…” vb. “Enerjinin sakınımı” ilkesinin bu folklorik yorumu çok basit fiziksel görüngüleri ya da gündelik yaşamda basit insan davranışlarını açıklamakta işe yarar görünür.
Türkçe'de “en kolay yol” diye geldiğimiz bu buluşsallık, Batı dillerine “en az direnç yolu” [“the path of least resistance”] olarak yerleşmiş, fizikten siyasete kadar gücün konu edildiği pek çok durumda dile pelesenk olmuştur.

Ne var ki, olaylar ve süreçler karmaşıklaştıkça, güçler büyüyüp çeşitlendikçe fizikçiler ya da siyasal önderlerin “en kolay yol”dan ya da “en az direnç yolu”ndan bir hakikate varamadıkları ortaya çıkar. Gündelik bilinç, elektrik akımının ya da sınıf mücadelesinin neden “en kolay yol”dan değil de “daha zor” görünen ama tarihsel ya da maddi gerçeklikte mümkün “biricik yol”dan ilerlediğini açıklayamaz olur. 20. yüzyıl başlarında siyasal sınıf mücadelesinin başlıca sorunsallarından biri olan kendiliğindenlik ile bilinç arasındaki ikilik de “en kolay yol” bağlamında bir tartışmanın konusu olmuştu. Sınıf mücadelesinin “en kolay yol”unun kendiliğindenliğe iltica etmekten geçtiğini savunan “işçici” ve “halkçı”lara devrimci sosyalistler şöyle yanıt vermişlerdi: “Bu, ezilenlerin] bilinçsizliğine boyun eğmektir.” Ezilenlere bilinç taşımak, onların öncü kesimlerini aydınlatmak, “aydın”ın bilgisini temellük etmelerine yardımcı olmak yerine, kitlelerin kendiliğinden ekonomik mücadelelerine müracaatla “en kısa yol”u tutanlar, “ortak duyu” gereğince doğru yolda yürüdüklerine kendilerini de inandırmış olabilirler.

Ancak, bu “yol”dan ileriye gidildiği genellikle pek vaki olmaz. Kitleler, “Komünizme karşıdırlar,” kitlelerin “Batıl itikatları vardır,” kitleler “Devletin yenilmezliğine inanır...” Egemen bilinç biçimlerinin kucağında yoğrulan bu kitleselliğin bütün emekçi aksanına karşın egemen sınıfın ideolojik dilini yeniden üretmeksizin edemeyeceğine dair devrimci teorinin 19. yüzyılda ulaştığı çıkarsama 20. yüzyıl devrimlerince yeniden ve yeniden doğrulandı: “Egemen bilinç her zaman egemen sınıfın bilincidir.”
Kendiliğindenliği yüceltenler esasen bir maddi hakikate dayanmıyor sayılmazlar. Kitleler, sömürüye, baskıya, şiddete, haksızlığa elbette kendiliğinden tepki gösterirler. Ancak, bir toplumsal ve politik dönüşüm programına bağlanmış olmayan kendiliğindenliğe tapınarak onu saçmalığa indirgemek de kurtuluş mücadelesi saflarında tepki doğurur. “Bilinç” kutbunda toplananların bir bölümü -bu bilincin bulanıklığı nispetinde- kurtuluşun böylesine sıradanlaştırılmasına ve gündelik bilinçle ikamesine “iradeci” ve “öznelci” bir tepkiyle karşılık vermeksizin edemez. Bu eğilim de uluslararası literatürde -Türkçeye “en çokçu” diye çevirebileceğimiz “maksimalizm” terimiyle anılıyor. Her iki eğilimin de kurtuluş mücadelelerinin henüz doğrultu kazanamadığı ya da nispî duraksama gösterdikleri, büyük baskılar altında tutuldukları, bilinçli kadrolarının kıyıma uğratıldıkları dönemlerde uç verdiğine ve hareketin politik bilinç ve örgütlenme açısından nispeten geri kesimlerinin zihniyetini yansıttığına işaret eden Antonio Gramsci “maksimalizm”i “Marx’ın öğretisinin kaderci ve mekanik bir yorumu” olarak nitelemişti. Gramsci, partisindeki “maksimalist”lerin “oportünist” olmaktan çok “uzlaşmaz” olduklarını kaydetmekle birlikte, onları günbegün taktik mücadelelerle uğraşmaktansa, kollarını kavuşturup nesnel koşulların eninde sonunda kitleleri devrime sürüklemesini beklemeyi siyaset saymakla suçluyordu.

Türkiye’nin demokratik muhalefet güçleri faşizmin kurumsallaşmasını durdurma mücadelesinde gelinen yeni evrede sonuç alıcı yeni bir yol tutmak üzere büyük maddi ve manevi çaba gösteriyor. Bunun için elde hazır bir reçete olmayabilir, ancak, 20. yüzyıl devrimlerinin uluslararası deneyimi, özgürlük mücadelesinin hangi yolları tutmaması gerektiğine ilişkin güçlü bir kılavuzluk sunuyor. Bu deneyime dayanarak matematiksel bir kesinlikle söyleyebiliriz ki, Kürtlerin özgürlük mücadelesinin Türkiye’nin toplumsal ve demokratik muhalefet güçleriyle tarihsel ittifakının ifadesi olan “üçüncü yol”, asla iki “çıkmaz yol”un -“en azcılık” ile “en çokçuluk”un- ortasından değil, ötesinden geçecektir.
Gramsci, 1925’te İtalya’da faşist partinin iktidar yürüyüşüne karşı mücadelenin gereklerini değerlendirirken şuna işaret etmişti: “[Halklarımızın düşmanları] güçlüdür, ellerinde pek çok araç ve ihtiyat kuvvet vardır [...] Onları yenmek için [...] onların cephesindeki her bir çatlaktan yararlanmamız, ne kadar kararsız, ne kadar sallantılı ve ne kadar geçici de olsalar mümkün her müttefiki değerlendirmemiz gerekir [...] Tüm devrim öncesi dönem esasen [...] yeni müttefikler kazanmaya, karşıtımızın saldırısını ve savunma yapılarını dağıtmaya ve ihtiyatlarını tüketmeye yönelik bir taktik etkinlik dönemidir [...]”
Demokratik özgürlük güçlerinin tarihsel ittifakı, faşizmin iktidarını kurumsallaştırma hamlesiyle hesaplaşmanın yeni evresine özgü taktiğini şekillendirmeye zihnini “en azcılık”tan da “en çokçuluk”tan da özgürleştirerek başlamalıdır.

Ertuğrul Kürkçü Yeni Yaşam, 16 Eylül 2021

8 Eylül 2021 Çarşamba

Kuzey Rüzgarları

"kuzey rüzgârları saçlarımda hüznü estiriyor. sonbahara teslim olmuş bu gizli bahçede oturmuş hatırlamaya çalışıyorum: ben ne zaman delirdim?"

Bu bahçe daha ne kadar saklayacak beni daha ne kadar kol kanat gerip koruyacak dışarıdaki kurtlar sofrasından bilemiyorum. öyle güzel ki burada sadece kendime ait sevgili hüznümü yaşamak, sadece bu bahçede oturmak, hayatımda ilk ve belki son defa başka hiçbir şey düşünmeden sadece sonbaharla şehrimize düşen kuzey rüzgârlarının bu küçük yeryüzü parçacığına yeniden ve yeniden şekil vermesini seyretmek. kuzey rüzgârları cansız yaprakları oradan oraya amaçsızca ama ahenk içinde savuruyor sonra ağaçların arasından göğe doğru yükselip gri bulutları birbirinden ayırıyor, bazen at başları bazen gülen insan yüzleri yaratıyor bulutlardan, sonra tekrar yere inip toprağı etrafa savuruyor. bu ne büyük bir zevkmiş. delirmek buysa niye daha önce delirmek aklıma gelmedi ki?

Delirmek ince bir çizgi üzerinde yürüyen insanlar için hayatın ölüm kadar ya da herhangi bir hastalık kadar yakın yüzlerindendir. Hastalık kategorisine girmekle beraber sosyal bir olgudur aslında. Deliliği kanser, böbrek yetmezliği veya görme bozukluğundan ayıran hastadan çok etrafını rahatsız etme durumudur. Delirmek bu kahrolası dünyada kafası çalışan herkesin er ya da geç önüne çıkar, yolunu keser, ve tamamiyle kendi tarafına çekmeye çalışır. Tamamiyle çekemezse durum daha da vahim olur. O zaman iki dünya arsında devamlı yolculuk yapan zavallı bir ruh gibi iki tarafı arasında sıkışır kalır zavallı insan.

Zavallı küçük insan, kendi içinden çıkardığı görece büyük insanlar tarafından deli ve deli olmayan olarak ikiye ayrılmayı öğrenir, üstelik bu delilikler de kendi içlerinde alt ve üst sınıflara ayrılabilir : daha çok deliler, daha az deliler, tolere edilebilir deliler, asla göz yumulamaz deliler. Bir de şanslı ve şanssız deliler vardır. Tahmin edilebeleceği üzere birinci grubu özelikle sanatçılar oluşturur, Dali veya Nietzche ne kadar normal ne kadar deliydiler tartışılır ama Dali ünlü bir sanatçı olmasa ve Bilbao' nun dar sokaklarında duvarlara bir şeyler çizse herhalde polis tarafından güzelce kovalınırdı (veya tutucu mahalle sakinleri tarafından). Aslında deliren birçok insan halinden memnundur, ne de olsa insanlık için küçük kişisel özgürlükleri için büyük bir adım atmışlardır. Ama büyük insanlar onları elbette yalnız bırakmayacaktır ve kutsal iyilik ve yüce erdemler adına tüm hayatlarını delilerine, deli olmalarına rağmen insanca yaşayabilmeleri için adarlar. Ve bu söylenen inanın bana doğru. Normal insanlar delileri dış dünyanın iğrenç saldırganlığından koruyabilmek için hayatlarını delilerle geçirmeye işte böyle razı olmuş yüce gönüllüler, ne yaptığını bilmezler ve çaresizlerdir.

Psikayatrist doktorlar ve onların asistanları ve onların öğrencileri; belki bilinçli olarak isteyerek belki de çoğu şeye hükmeden kaderin cilvesi olarak hayatlarını delileri incelemeye, deliliğin tarihini yazmaya, deliliği tedavi etmeye adarlar ve hayatları boyunca delileri sarıp sarmalayıp korumaya and içerler. Kimisi deliliğin tarihine yapacağı katkılardan ötürü ödüllendirilir, ismi tarih kitaplarına geçer; çoğu yıllar geçip arkasına baktığında dışarıdaki dünyaya yeniden kazandırdığı hastalarının sayılarının çok olması için elinden geleni yapar; kimisi hayatını adadığı deliliğin derin felsefesinde kendini kaybeder, deliliği doktor kimliği içinde eritir, içselleştirir ve bir çeşit yaratık olarak hayatına devam eder; kimisi her elektro şok verişinde gözyaşlarını kabullense de kabullenmese de akıtır içinde biryerlere ve damlalar içindeki ırmağa kavuştuğunda başına geleceklerin meraklı dehşetiyle yaşar.

Ve baş hemşireler ve onların genç yardımcıları taze hemşireler neden doğumhanede yeni doğmuş pırıl pırıl bir bebeğe bakmak varken delilerin akla durgunluk veren renkli ve saçma dünyalarında devamlı bir rüya ve kabus arasına sıkışmış hayatları gözetlemek durumunda kaldıklarını, biteviye tekrarlanan çığlıklardan, tırmalamalardan, dışkı kokularından ve daha nice garip olaydan nasıl olurda kurtulabileceklerini düşünürken ellerine geçirdikleri uyuşturucu yüklü iğneyi belki de bir tür hayvansı ve bir o kadar da insancıl şevkle delinin derisine batırırken akşama ne yemek pişireceği, çocuğunun sınavının nasıl geçtiği hatta komşusunun kocasının gerçekten karısını aldatıp aldatmadığı kafasına takılıverince, allahım benim ne günahım vardı diye sorgulamaz mı? Sorgular elbette: bazen delirerek, bazen isyan ederek, bazen tüm hoşgörüsünü kaybederek, hatta insanlıktan çıkarak, bazen de kendi hayatını yaşayamama adına höşgörüsüne sıkı sıkı tutunarak, bazen de kendi deliliğini başka hastalar üzerinden örtmeyi başararak hayatını devam ettirir....

Hastabakıcılar ise adeta katillerin, adi suçluların tutulduğu hapishanelerin bir o kadar toplum suçlusunu andıran gardiyanlarının neredeyse benzer güç kullanma yetkileriyle doğal olarak donatılmış kendi halinde aile babalarıdır. Onlar için önemli olan eve ekmek parası götürmek kadar temel bir gereksinimdir. Gerisi çok da önemli değildir.

Tüm bu insanlar yarı tanrıcılık oynayarak normal ve anormal tanımlarının üzerine kendilerince bir dünyayı inşa ederken; onları alkışlayan, paralarını ödeyen, saygısını esirgemeyen DIŞARIDAKİLER uzaktan kumanda ettikleri delileri kapattıkları yerde gidip görmeden hatta varlıklarını hastalıklı bir şekilde unutarak hatta yok sayarak yaşamaya devam ederler. Ölüm kadar gerçek, an kadar yakın, güzel bir kadın kadar çekici, şarap kadar baştan çıkarıcı ve tanrı kadar erişilmez delilik kapalı kapılar arkasında, tımarhanelerin karanlık odalarında, terapi odalarının loş ışığında, hipnozun derin uykusunda içten içe yanan kor ateş gibi varlığını devam ettirir: Herşeye rağmen sinsice ve pervasızca üstten bakarak, insanların dünyasına ve içlerinde barındırdıkları ve kendilerinin bile bilemedikleri herşeye.

Neden doktor oldum bilmiyorum. galiba pek elle tutulur bir nedenim yoktu ama ailem doktor olacağıma çok sevinmişti, ben de onlar sevindi diye sevinmiştim. sonra uzmanlık için psikiyatriyi isteyerek seçtim. belki o zamanlar da delireceğimi biliyordum, belki benim kontrolümün dışında da çalışabilen beynimin bana ufak bir oyunuydu, bile bile neredeyse kendi ayaklarımla taşıdım kendimi bu binaya. ilk zamanlar zordu, içeriyi ve dışarıyı ayrı tutmaya, iki hayat yaşayan iki ayrı insan olduğumu farzetmeye çalışıyordum. kendi içim ve dışımın ne kadar birbirinden uzak olduğunu da işte bu zamanlarda farkettim. aslında korumaya çalıştığım bir içim, ayrı tutmaya çalıştığım bir hayatım, herşeyden önemlisi dış diye bir şey yoktu. benim içim boştu, hayatım boştu, dışarısı ve içerisi aynı yerden çıkıp ayrı yollardan geçip aynı yere geliyorlardı. bir dönem direndim, nede olsa eğitimliydim. bir iki zavallı savunma mekanizması bile geliştirdim. o kadar zavallılardı ki kimsenin çözmesine gerek kalmadan kendi içlerinde çözülüverdiler. benim için artık iç ve dış kalmamıştı. elektro şok tedavisini ilk uyguladığım hastayı odasında ilk gördüğümde bana bakışlarındaki öfkeyi hiçbir savunma mekanizması hayatımdan uzak tutamazdı. sonumun, veya sonumun başlangıcının, hayır bu da olmadı: bu hayatımın sonunun ve yeni hayatımın başlangıcının artık çok yakınındaydım. ilk günler kurtar beni der gibi baktığını zannetiğim hastaların aslında hallerinden memnun olduklarını 'kurtar beni' anlamını bakışlarına benim yüklediğimi kabullenmek zor gelmedi. zaten hazırdım. delilik ana kucağı gibi sıcacık bir rahatlık vaadederek beni yanına çağırıyordu ve ben de ona doğru koşuyordum. işte hepsi bu. şimdi bu küçük bahçede hiçbir şey için kafamı yormak zorunda kalmadan sadece kuzey rüzgârlarını dinliyorum. hayatımda ilk defa sadece içimi yaşıyorum. kuzey rüzgârları içime tıpkı saçlarıma yaptığı gibi dilediğince yeni şekiller verirken ben sadece gülümseyerek mırıldanıyorum : ben kendini kuzey rüzgârı zanneden bir deliyim, ben mutluyum.

Pınar Türen