Translate

30 Ocak 2021 Cumartesi

Keynes’e göre “ilerleme”

Pierre Noël-Giraud

Keynes, “büyük savaşların ve önemli demografik ilerlemenin olmadığı varsayılarak, ekonomik sorunlar çözülebilir veya çözümü en azından yüz yıl içerisinde bulunabilir” sonucuna varır. Böylece, insanlar günde üç saat ya da haftada iki gün çalışabilir ve yaratılışından bu yana insanlık ilk kez gerçek ve kalıcı sorunuyla yüzleşecektir: “Ekonomik kısıtlamalardan kurtarılmış özgürlük nasıl kullanılacaktır?”

Keynes 1930 yılında, 2030 yılında ekonominin neye benzeyeceğini hayal etmişti. İlerleme hakkında tasarımını belirlemek için bu bir fırsat. Ünlü İngiliz iktisatçısının çizdiği yolu izledik mi?

1930 yılında Keynes, Madrid’de geleceği öngördüğü bir konferans verir. 1919 yılında gözünde felaket olarak gördüğü (Versay Antlaşması ile empoze edilen) “Barış’ın iktisadi sonuçlarını” kınayan ileri görüşlülüğü bu defa bütün bir yüzyılı ele alıyor ve “çocuklarımız için ekonomik umutların” izini sürüyor.

Keynes son on yıllık süreçte Avrupa’da teknik ilerlemenin yılda yaklaşık yüzde 2 gibi bir oranda ılımlı bir üretkenlik artışına neden olduğunu hatırlatır. Bununla birlikte, bir yüzyılı aşkın bir sürede bu yıllık oran tüm sermaye mallarının yanı sıra bir nüfusun kullanabileceği tüketim mal ve hizmetlerinde neredeyse sekiz kat artışa yol açar. Kendi gözünde bu eğilimin 2030’a kadar devam edeceği varsayımını makul kabul eden Keynes, “büyük savaşların ve önemli demografik ilerlemenin olmadığı varsayılarak, ekonomik sorunlar çözülebilir veya çözümü en azından yüz yıl içerisinde bulunabilir” sonucuna varır. Böylece, insanlar günde üç saat ya da haftada iki gün çalışabilir ve yaratılışından bu yana insanlık ilk kez gerçek ve kalıcı sorunuyla yüzleşecektir: “Ekonomik kısıtlamalardan kurtarılmış özgürlük nasıl kullanılacaktır?”

Dahası, bu “ahlak sistemimizde köklü değişiklikler” meydana getirecektir. Hayatın zevklerini ve gerçeklerini elde etmenin bir yolu olarak görülmesi ve ayırt edilmesi gereken para sevgisi bir yana, bir mülkiyet nesnesi olarak para aşkı olduğu gibi tanımlanacaktır: “oldukça iğrenç bir hastalıklı durum, akıl hastalıkları uzmanlarına tedavi için verilecek yarı suçlu ve yarı patolojik eğilimlerden biri.”

Kazanılan zaman

Bu nedenle Keynes’in ilerleme anlayışı bana şu şekilde geliyor: teknik ilerleme, aynı miktarda mal ve hizmet üretmek için daha az çalışmayı mümkün kılıyor. Böylece tasarruf edilen zaman iki şekilde kullanılabilir: Ya her zamankinden daha fazla üretmek ya da çalışma zamanını azaltmak. Bu azaltılacak çalışma zamanı, özellikle zorlu ve ilgi çekici olmayan işlerde geçirilen zaman ya da maddi yaşamın temel ihtiyaçlarının karşılanmasının çok ötesinde, taklitçi tüketim çılgınlığını besleyen gereksiz mallar üretmeye ayrılan zamandır. Çalışma süresinin kısaltılması, arta kalan zamanın daha çok zamana, kültüre ve daha genel olarak hayattan ve piyasa dışı sosyal ilişkilerden zevk almaya ayrılmasını mümkün kılar.

Keynes için gerçek ilerleme ikinci seçenektir. Ve Keynes’e göre, bu seçeneğe büyük bir ahlaki ilerleme eşlik edecektir: Keynes’in liberal burjuva ve “Bloomsberry grubunun” rafine estetik anlayışına yönelik derin bir aşağılayıcı tavır olarak dile getirdiği “altın buzağına tapanların” sayısının şiddetle azalması.

1930’dan bu yana Avrupa ve Fransa’da Keynes’in önerilerini dinledik mi? Öncelikle, bir yüzyılda kişi başına düşen GSYİH’nin neredeyse sekiz kat artması olasılığını tahmin etmekte yanılmadığını belirtelim. Bu gerçekleşti. O halde biz birinci seçeneği seçtik: daha fazla üretmek için çalışmaya devam etmek. Ancak yaşam süresi keskin bir şekilde artarak 50’den 80’in üzerine çıkarken ve uzun eğitim süreleri sebebiyle işe başlama yaşı 14’ten 20’ye çıkarken, çalışma zamanı epey azaldı. (Bunlar bir insanın sahip olduğu zamana ve onu nasıl kullandığına bakılırsa, Keynes’in analizlerinde olmayan ama yine de temel olan iki fenomendir). Öyle ki, bugün bir çalışan uyanık geçirdiği zamanının sadece yüzde 14’ünü ücretli işe ayırıyor, oysa bu rakam 1920’lerde yüzde 40 civarındaydı! Keynes’in dediği anlamda önemli bir ilerleme. Bu nedenle Keynes’in hedefine doğru ilerlemede doğru yoldayız: “Taş Devri’nde insanların yaptığı gibi ekonomik sorunu çöz ve günde sadece üç saat çalış ama ortalama yaşam süresini 30’dan 90’a çıkar.”

Bununla birlikte, gezegeni kurtarmaya yönelik devam edecek hatta hızlanacak bilgeliğe sahip olacak mıyız?

[Alternatives Economiques’de 17 Kasım 2020 tarihinde yayımlanan Fransızca orijinalinden İsmail Kılınç tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]

22 Ocak 2021 Cuma

Biden ve Harris karşı karşıya olduğumuz krizleri durdurmayacaklar

Biden ve Harris karşı karşıya olduğumuz krizleri durdurmayacaklar; hayatta kalmak ve yaşamak istediğimiz dünyayı inşa etmek için yardımlaşma projeleri şart 

Trump’ın seçimleri kaybetmiş olması birçok insanda rahatlama hissi yarattı ve pek çok kişinin bunun gerçekleşmesi için harcadığı çaba haklı olarak övülüyor. Ancak her ne kadar kutluyor olsak da oturup sorunlarımızla yeni yönetimin ilgilenmesini umarak seferberliğimizi sonlandırmamalıyız. Ne yazık ki, Biden / Harris yönetiminin iklim değişikliği krizlerini ve felaketlerini, ağırlaşan servet adaletsizliğini ve yoksulluğu, ölümcül şekilde kâr amacı güden sağlık sistemini ve ırkçı yasa uygulamalarını ele almayacağından emin olabiliriz.

Biden ve Harris, kariyerlerini insanlara suçlu muamelesi yaparak oluşturdular. Ekim ayında Walter Wallace Jr.’ın öldürülmesine tepki olarak, polis şiddetini kabul etmekten çok eylemcileri uyarmaya odaklanan ortak bir bildiri yayımladılar. Bir kaya gazı çıkarma yöntemi olan fracking’e karşı çıkmayacaklarını ve Obama dönemi iklim politikalarına dönüldüğü takdirde kesinlikle hapı yutacağımızı açıkça ifade ettiler. Biden, korkunç bir savaş yanlısı bir sicile sahip ve İsrail sömürgeciliğine koşulsuz desteğini ifade etti.

  • Yazının Tamamı
  • 16 Ocak 2021 Cumartesi

    Rosa’yı hatırlamak

     Rosa Luxemburg, 15 Ocak 1919’da Berlin’de   öldürüldü. Sosyalizme katkılarını hatırlamaya   devam edeceğiz... Sosyalizmin tarihinde Rosa   Luxemburg gibi keskin bir teorik zekâ ile   etkileyici söz söyleme sanatını bir araya getiren   bir politikacıyı bulmak zordur. Neredeyse her   gün yazdığı gazete makaleleri, parti ve sendika   toplantılarındaki konuşmaları, mektupları ve   teorik yazıları bunun göstergesi.

    Luxemburg aynı zamanda önemli bir direniş sembolüdür. Sosyalist yazılarına hapishaneden devam etti ve daha sonra Nazizm’e katılan sağcı askerler tarafından acımasızca öldürülmeden önce, 1918-19’un devrimci altüst oluşuna kısa, fakat parlak bir şekilde müdahale etti. Bugün farklı nedenlerle anılmaktadır: devrimci ayaklanmaya verdiği destekten iddia edilegelen barışçılığına, bitkiler ve hayvanlara duyduğu sevgiye ve sıklıkla, özgürlüğün her zaman “farklı düşünenin özgürlüğü” olduğuna dair ısrarına kadar.

    Bugünün kriz dünyasında, ana akım sosyal demokrasi yok oluyor ve aşırı sağ yükseliyorken, soldaki pek çok insanın böylesine tutkulu bir sosyalistin bizi politik yönelimsizliğimizden çekip çıkarması için vermeyeceği hiçbir şey yoktur. Ve hiç şüphesiz Rosa Luxemburg sosyalist teori ve pratiğin bir sembolü olmaya devam etmektedir.

    Onu ölümünün yüzüncü yıldönümünde anarken, geçmişe aşırı sentimental bir bakış sıklıkla bizi geleceğimizi kavramaktan alıkoyar. Eğer insanlık yaklaşmakta olan ekolojik ve ekonomik krizlerden ve bunların sebebi olan kapitalist sistemin altında kalmadan çıkmak istiyorsa, geçmişi romantikleştirmeye daha az zaman harcamalı ve daha çok ondan ne öğrenebileceğimize odaklanmalıyız.

    Zamanının ürünü

    Luxemburg’u en iyi hayatı ve yaptığı işler anlatıyor: yazdı, okudu, çeşitli dilleri konuşuyordu, yirmi altı yaşında doktorasını tamamladı, bir dizi sosyalist yayın organı ve parti kurdu. Onun hayatı, ancak, Almanya’da yüzyılın sonundaki işçi hareketi ve Sosyal Demokrat Parti’nin (SPD) tepesinde olması bağlamında anlaşılabilir. Diğer önemli entelektüeller ve politikacılarla hararetli tartışmalara girişti; Clara Zetkin gibi kadınlar her zaman onun yakın müttefiki oldu.

    Luxemburg, işçi sınıfının zaferinin ufukta olduğuna sıkı sıkıya inanan bir sosyalist kitle kültürü içinde yetişti. 1914’ten sonra, SPD -Alman kitleleriyle birlikte- kapitalizmi yıkma hedefini terk ederek 1. Dünya Savaşı’nda ana vatanın hizmetine koşmaya karar verdiğinde bile, Luxemburg demirden inancını korudu. Rusya’daki 1905 ve 1917 devrimleri Luxemburg için politik dönüşümün hala mümkün olduğunun “kanıtı”ydı.

    Bu cinsten sarsılmaz devrimci inancı zamanımızda hayal etmek zor, özellikle her ocak ayında onun ölümünü yağmurlu ve ilham vermeyen gösterilerle andığımızı düşününce veya bugünün parti ve sendikalarını Luxemburg’un zamanındakilerle karşılaştırınca. Uzun süren bir refah devleti uzlaşması, onu takip eden (ve sosyal demokrat partiler tarafından getirilen) neoliberal deregülasyon, işçi sınıfını görünüşte kamusal söylemden silmiş gözüküyor. En geç 1989’dan beri, aklı başında hiç kimse, Luxemburg’un sosyalizmin zaferinin kaçınılmaz olduğuna dair güvenini gerçekten paylaşamaz.

    Onun yerine, yeniden başlamak zorundayız ve yaşadığımız mahalleler ve işyerlerimizde köklenmiş (kapitalizme her dönemeçte meydan okumaya muktedir) kitlevi bir sosyalist hareketi yeniden hayal etmeliyiz. 1. Dünya Savaşı’ndan önceki Sosyal Demokrasi’yi taklit ederek bunu yapamayız. Ancak, Luxemburg bize, kendisinin ölümünden yüzyıl sonra bile, sosyalist yöntem hakkında birkaç şeyi kesinlikle öğretebilir.

    Çelişkilerle düşünmek

    Rosa Luxemburg’un Marksist teoriye eşsiz hakimiyetiyle yürüttüğü keskin analizi hem biricik hem de etkileyicidir. Ancak, onu ya da onun içinde yaşadığı zamanı kopya etme teşebbüsü sadece başarısızlıkla sonuçlanacağı için, modern sol bir şehide iyi manada söylenmiş övücü ağıtlarla kaybedilmiş bir geçmişin sessiz melankolisi arasında bir yerde salınıp duruyor. Bazen de (ne yazık ki), Rosa posterlerde veya omuz çantalarındaki ikon olarak kendini gösteriyor.

    Bu bir talihsizlik, çünkü Luxemburg ilginç bir tarihten çok daha fazlasını sunabilir. Onun eserleri günümüz için en azından iki belirleyici içgörüyü açığa çıkarır. Birincisi, “günümüz kapitalist ekonomisinin acımasızlığı ve deliliği” olduğu gibi duruyor ve hem doğal kaynakların hem de insanın işgücünün altını, yani aynı ekonominin temellerini, oymaya devam ediyor.

    Üretimi dönüştürme ihtiyacı hala duruyor, halledilmedi ve eli kulağındaki çevresel felaket yüzünden daha da kötüleşti. Ama, kapitalizm kapitalist olmayan mekânlara ve yaşam alanlarına doğru genişlerken kendi ömrünü de uzatıyor. Yani, illâ kendi kendine yok olmayacak. Aslında, emekçi halk, farklı ve daha iyi bir toplumu getirmek için siyasal müdahalede bulunmak zorunda.

    Luxemburg’un gözünde bu politik müdahale eğitimi ve deneyimden öğrenmeyi gerektiriyordu. Her protesto, hatta başarısız olanlar bile, yeni ve daha başarılı hareketler yaratmaya yardımcı olabilir. SPD’nin parti okulu içindeki en popüler hocalarından biri olarak işte bu ruh haliyle görev yaptı, parti üyelerini gerçek dünyadaki gelişmeleri anlamaları için donatmak gerektiğinden emin olarak. Bu anlamda, onun gelecekteki sosyalistler için en önemli mirası formüller ve yasalar olarak yazılmış olan sosyalist teori ve politikanın ne olduğu değil, ama daha çok toplumu nasıl anlayacağımız ve nasıl dönüştüreceğimizdi.

    Özellikle de kapitalist pazarların, ulus ötesi şirketlerin, bankaların ve onların krizleri insanlığı felaketin içine atıyorken, bu aktörlerin ve sistemlerin tam da nasıl işlediklerini anlamak siyasal strateji için elzemdir. Örneğin, Luxemburg militarizmle sömürgecilik arasındaki ilişkilere çok yakın bir dikkat gösterdi. Eğer bugün aramızda olsaydı, bize, Çin’in sanayi politikası üzerine istatistiklerinin hepsini incelememizi ve onları Alman ve Amerikan karşılıklarıyla kıyaslamamızı isterdi. Eğer Luxemburg’un istediği gibi olsaydı, her sosyalist, Batı’nın Suriye’den çekilmesiyle eş zamanlı olarak kendi sınırlarını mültecilere karşı kuvvetlendirmesi arasındaki ilişkiyi açıklayabilecekti.

    Farklı hükümetleri “iyi’’ ya da “kötü” olarak gruplandırmak için kullanılan ama aslında bu rejimlerin nasıl işlediklerini anlamakta büyük ölçüde bir işe yaramayan, “Trumpizm” ya da “popülizm” gibi içi boş sloganları parçalarına ayırarak yırtıp atardı. “Post-politik çağ” retoriğine, ekonomik çıkarlar, üretici güçlerin gelişmesi, krizler ve kopuşların birbirleri arasındaki bağlantıları incelikle yeniden inşa ederek ve onlardan hangi hükümet biçimlerinin çıkacağını göstererek karşılık verirdi.

    Ama, kendi örgütlerinin, işçi sınıfının partileri ve sendikalarının da keskin bir eleştirmeniydi. Onları, genellikle, zamanın zorluklarına ve politik depremlerine esnek olmayan ve bürokratik karşılıklar verdikleri için eleştirirdi. Bugün, Sol’un protestoya -nerede kaldı ki politik şiddete- uzaklığı çok daha derin. İlan ettiğimiz savaşların hemen hepsi doğası itibariyle savunmacı.

    Rus Devrimi’nden sonra Kitle Grevi üzerine serin kanlı ama militan bir broşür yazan Luxemburg, farklı bir tarzda hareket etti. Rusya’daki olaylardan dersler çıkararak, bir grevi irade ile var etmenin ya da durdurmanın imkânsız olduğu sonucuna vardı. Bu konuda, kitle grevi hakkında onun sadece kullanılacak bir araç, bir teknik mesele olduğu anarşist anlayışından yana olan zamanın Almanya’sındaki tartışmanın iki tarafına da muhalefet etti. Kitle grevlerinin nesnel kaynaklarını keşfetmekle ve siyasal amaçları elde etmekte sundukları potansiyeli kullanmakla daha çok ilgiliydi.

    Bugün onun içgörüsü hakkında düşünerek, Fransa’daki Sarı Yelekliler hareketiyle hemen ilişkilenebiliriz. Kasabalı alt orta sınıfların bu protestoları Fransız toplumunu sarstı. (Henüz) sendikalar ve diğer politik örgütler tarafından temsil edilmiyor olmaları sosyalist politikaya dair önemli sorular ortaya atıyor: bu örgütler bu protestoları nasıl destekleyebilirler ve onları uzak-erimli dönüşümler için nasıl kullanabilirler.

    Bugünkü durumda, Luxemburg sosyal tavizlere, sendikaların “aman ürkütmeyelim” yaklaşımına muhalefet eder ve onlara işe koyulmaları çağrısında bulunurdu. Onun gözünde kitlelerin kendiliğindenliği her zaman çok önemli idiyse de işçilerin örgütlerinin daha önceki ve yıllar süren ve sonunda gücü elde edebilecekleri, “iğneyle kuyu kazma çalışması” ile yan yana gitmiyorsa hiçbir şey değildi. Biri olmadan diğerini elde edemezsin.

    Devrimci reel-politik

    Luxemburg’un devrimci politikasının Nasıl’ını, işte bu çelişkilerle düşünmek tanımlar. Liderlik ve kendiliğindenliğin birbirlerini dışlamaktan çok birbirlerinin koşulu olduğu onun düşüncesinin çekirdek unsurudur. Bir yandan eş zamanlı olarak uzun dönemli bir demokratik sosyalizm hedefine odaklanmışken, emekçi halkın yaşam koşullarında gerçek iyileşmelere yol açacak reformlara verdiği destek için de bu doğrudur; Rosa’nın “devrimci reel-politik” diye tarif ettiği bir dengeleme hareketi.

    Marksist külliyatın pek çok unsuru gibi, bu formülasyon da sol politikanın boş bir ifadesine indirgendi ve bu nedenle de Luxemburg’un kendisinin çok daha canlı olan düşüncesinin tam karşıtı olarak durur. O, formülasyonun kendisinden çok bizzat pratiği ile ilgileniyordu; bilhassa da kapitalizmin kriz anlarını anlamaya ve kullanmaya yetkin olanların pratiği. Hükümette hizmet etmenin günlük işlerini yapmanın gerçek siyasal gücü elde etmek hedefini engelleyeceğinden korkuyordu. Sol, nihayetinde apolitik olan pratik gereklilik mantığına fazlasıyla bağımlı kaldı.

    Ama şimdi bile, görünürde yenilmiş, post-politik çağımızda bile, ortalık karışmaya başladı: teknokratik yönetişim biçimleri kendi kendilerini tükettiler. Kahramanlık mitlerini politik alana otoriter güç biçiminde geri koyarak, politik sağ da bu tükenmeden yararlanıyor; çoğunlukla güçlü erkeklerin ellerinde. Bir zamanlar “tarihin sonu”nu ilan eden Francis Fukuyama bile sosyalizmin geri gelmesini istiyor.

    Ve gerçekten de demokratik sosyalistler pek çok ülkede siyasal sahnede yerlerini alıyorlar. Yeni bir neslin, daha yaşlı ve daha önce marjinalleştirilmiş solcularla beraber sosyalizmi keşfediyor olması bir tesadüf ya da şans değil, yakın dönemdeki politik protesto dalgalarının bir sonucu. Ama, “iğneyle kuyu kazma işi” ve yeni sol kanat kahramanların eğitilmesi, büyük ölçüde, çocukluk aşamasındadır. Bize kuvvet verebilecek olan şey, Luxemburg’da olduğu gibi, kitlelerin her günkü bilincinin, üretmeye ve yaşamaya dair vizyoner yeni bir fikirle bağlantısını kuracak canlı ve dünyalı bir dildir.

    Luxemburg’un analizi ve hümanist dokunaklılığı çığır açıcıdır, aynen politik eğitim ve örgütlenme anlayışı gibi. Çağımızın bir dahaki krizi için bir değil pek çok Rosa Luxemburg’lara (kadın ve erkek, genç ve yaşlı, siyah ve beyaz ve dünyanın her köşesinde) ihtiyacımız var. Onun kuşağının başlattığı ve sonuç olarak kaybettiği sosyalizm mücadelesi hala her zamanki kadar güncel. Eğer bizim kuşağımız bayrağı yerden kaldırmazsa, insanlığın bir daha şansı olmayabilir.


    Ines Schwerdtner: Yazar, siyasal analist e podcast halbzehn.fm’in eş sunucusudur. Berlin’de yaşamaktadır.Almanca orijinalinden İngilizceye çeviren Loren BalhornJacobin’in katkıda bulunan editörlerindendir ve Bhaskar Sunkara ile birlikte, Jacobin: Die Anthologie’nin (Suhrkamp, 2018) eş editörüdür.