Translate

18 Eylül 2021 Cumartesi

‘En az’ ile ‘en çok’un ötesinde


Siyasal ve toplumsal mücadelelerde başrol üstlenen güçler yürüyüşlerinin belli bir aşamasında kaçınılmazca bir yol seçimi sorunuyla karşı karşıya kalırlar. Tutmaları mümkün birçok yol ve doğrultu vardır ama daha önce hiç o yollardan geçmemişler, varacaklarını düşündükleri yeri de hiç deneyimlememişlerdir. Böyle bir anda geleceği ancak akılla görebilirler. Öyle akılcı kararlar vermeleri gerekir ki, seçilen yol boyunca hem öncüyü takip eden büyük kitlenin moralini, mücadele azmini, zafere inancını ayakta tutabilsinler; hem mücadele alanına en büyük güçle ve en elverişli konumda girebilsinler; hem de karşıt ve rakiplerinin yürüyüşlerini bozarken kendilerini karşı hamlelerden koruyabilsinler.

“Ortak duyu”, halka ve önderlere her zaman ve her şeyde olduğu gibi “en kolay yol”u empoze eder. Doğanın ve toplumun işleyişinden edinilen gündelik yaşam deneyimi milyonlara değişik kalıplar içinde hep bunu söyler. Onlar, “genel çekim yasası”nı hiç duymuş olmasalar da bilirler: “Su akar, yolunu bulur”, “Her çıkışın bir inişi vardır,” “Yükselen her şey düşer…” vb. “Enerjinin sakınımı” ilkesinin bu folklorik yorumu çok basit fiziksel görüngüleri ya da gündelik yaşamda basit insan davranışlarını açıklamakta işe yarar görünür.
Türkçe'de “en kolay yol” diye geldiğimiz bu buluşsallık, Batı dillerine “en az direnç yolu” [“the path of least resistance”] olarak yerleşmiş, fizikten siyasete kadar gücün konu edildiği pek çok durumda dile pelesenk olmuştur.

Ne var ki, olaylar ve süreçler karmaşıklaştıkça, güçler büyüyüp çeşitlendikçe fizikçiler ya da siyasal önderlerin “en kolay yol”dan ya da “en az direnç yolu”ndan bir hakikate varamadıkları ortaya çıkar. Gündelik bilinç, elektrik akımının ya da sınıf mücadelesinin neden “en kolay yol”dan değil de “daha zor” görünen ama tarihsel ya da maddi gerçeklikte mümkün “biricik yol”dan ilerlediğini açıklayamaz olur. 20. yüzyıl başlarında siyasal sınıf mücadelesinin başlıca sorunsallarından biri olan kendiliğindenlik ile bilinç arasındaki ikilik de “en kolay yol” bağlamında bir tartışmanın konusu olmuştu. Sınıf mücadelesinin “en kolay yol”unun kendiliğindenliğe iltica etmekten geçtiğini savunan “işçici” ve “halkçı”lara devrimci sosyalistler şöyle yanıt vermişlerdi: “Bu, ezilenlerin] bilinçsizliğine boyun eğmektir.” Ezilenlere bilinç taşımak, onların öncü kesimlerini aydınlatmak, “aydın”ın bilgisini temellük etmelerine yardımcı olmak yerine, kitlelerin kendiliğinden ekonomik mücadelelerine müracaatla “en kısa yol”u tutanlar, “ortak duyu” gereğince doğru yolda yürüdüklerine kendilerini de inandırmış olabilirler.

Ancak, bu “yol”dan ileriye gidildiği genellikle pek vaki olmaz. Kitleler, “Komünizme karşıdırlar,” kitlelerin “Batıl itikatları vardır,” kitleler “Devletin yenilmezliğine inanır...” Egemen bilinç biçimlerinin kucağında yoğrulan bu kitleselliğin bütün emekçi aksanına karşın egemen sınıfın ideolojik dilini yeniden üretmeksizin edemeyeceğine dair devrimci teorinin 19. yüzyılda ulaştığı çıkarsama 20. yüzyıl devrimlerince yeniden ve yeniden doğrulandı: “Egemen bilinç her zaman egemen sınıfın bilincidir.”
Kendiliğindenliği yüceltenler esasen bir maddi hakikate dayanmıyor sayılmazlar. Kitleler, sömürüye, baskıya, şiddete, haksızlığa elbette kendiliğinden tepki gösterirler. Ancak, bir toplumsal ve politik dönüşüm programına bağlanmış olmayan kendiliğindenliğe tapınarak onu saçmalığa indirgemek de kurtuluş mücadelesi saflarında tepki doğurur. “Bilinç” kutbunda toplananların bir bölümü -bu bilincin bulanıklığı nispetinde- kurtuluşun böylesine sıradanlaştırılmasına ve gündelik bilinçle ikamesine “iradeci” ve “öznelci” bir tepkiyle karşılık vermeksizin edemez. Bu eğilim de uluslararası literatürde -Türkçeye “en çokçu” diye çevirebileceğimiz “maksimalizm” terimiyle anılıyor. Her iki eğilimin de kurtuluş mücadelelerinin henüz doğrultu kazanamadığı ya da nispî duraksama gösterdikleri, büyük baskılar altında tutuldukları, bilinçli kadrolarının kıyıma uğratıldıkları dönemlerde uç verdiğine ve hareketin politik bilinç ve örgütlenme açısından nispeten geri kesimlerinin zihniyetini yansıttığına işaret eden Antonio Gramsci “maksimalizm”i “Marx’ın öğretisinin kaderci ve mekanik bir yorumu” olarak nitelemişti. Gramsci, partisindeki “maksimalist”lerin “oportünist” olmaktan çok “uzlaşmaz” olduklarını kaydetmekle birlikte, onları günbegün taktik mücadelelerle uğraşmaktansa, kollarını kavuşturup nesnel koşulların eninde sonunda kitleleri devrime sürüklemesini beklemeyi siyaset saymakla suçluyordu.

Türkiye’nin demokratik muhalefet güçleri faşizmin kurumsallaşmasını durdurma mücadelesinde gelinen yeni evrede sonuç alıcı yeni bir yol tutmak üzere büyük maddi ve manevi çaba gösteriyor. Bunun için elde hazır bir reçete olmayabilir, ancak, 20. yüzyıl devrimlerinin uluslararası deneyimi, özgürlük mücadelesinin hangi yolları tutmaması gerektiğine ilişkin güçlü bir kılavuzluk sunuyor. Bu deneyime dayanarak matematiksel bir kesinlikle söyleyebiliriz ki, Kürtlerin özgürlük mücadelesinin Türkiye’nin toplumsal ve demokratik muhalefet güçleriyle tarihsel ittifakının ifadesi olan “üçüncü yol”, asla iki “çıkmaz yol”un -“en azcılık” ile “en çokçuluk”un- ortasından değil, ötesinden geçecektir.
Gramsci, 1925’te İtalya’da faşist partinin iktidar yürüyüşüne karşı mücadelenin gereklerini değerlendirirken şuna işaret etmişti: “[Halklarımızın düşmanları] güçlüdür, ellerinde pek çok araç ve ihtiyat kuvvet vardır [...] Onları yenmek için [...] onların cephesindeki her bir çatlaktan yararlanmamız, ne kadar kararsız, ne kadar sallantılı ve ne kadar geçici de olsalar mümkün her müttefiki değerlendirmemiz gerekir [...] Tüm devrim öncesi dönem esasen [...] yeni müttefikler kazanmaya, karşıtımızın saldırısını ve savunma yapılarını dağıtmaya ve ihtiyatlarını tüketmeye yönelik bir taktik etkinlik dönemidir [...]”
Demokratik özgürlük güçlerinin tarihsel ittifakı, faşizmin iktidarını kurumsallaştırma hamlesiyle hesaplaşmanın yeni evresine özgü taktiğini şekillendirmeye zihnini “en azcılık”tan da “en çokçuluk”tan da özgürleştirerek başlamalıdır.

Ertuğrul Kürkçü Yeni Yaşam, 16 Eylül 2021

8 Eylül 2021 Çarşamba

Kuzey Rüzgarları

"kuzey rüzgârları saçlarımda hüznü estiriyor. sonbahara teslim olmuş bu gizli bahçede oturmuş hatırlamaya çalışıyorum: ben ne zaman delirdim?"

Bu bahçe daha ne kadar saklayacak beni daha ne kadar kol kanat gerip koruyacak dışarıdaki kurtlar sofrasından bilemiyorum. öyle güzel ki burada sadece kendime ait sevgili hüznümü yaşamak, sadece bu bahçede oturmak, hayatımda ilk ve belki son defa başka hiçbir şey düşünmeden sadece sonbaharla şehrimize düşen kuzey rüzgârlarının bu küçük yeryüzü parçacığına yeniden ve yeniden şekil vermesini seyretmek. kuzey rüzgârları cansız yaprakları oradan oraya amaçsızca ama ahenk içinde savuruyor sonra ağaçların arasından göğe doğru yükselip gri bulutları birbirinden ayırıyor, bazen at başları bazen gülen insan yüzleri yaratıyor bulutlardan, sonra tekrar yere inip toprağı etrafa savuruyor. bu ne büyük bir zevkmiş. delirmek buysa niye daha önce delirmek aklıma gelmedi ki?

Delirmek ince bir çizgi üzerinde yürüyen insanlar için hayatın ölüm kadar ya da herhangi bir hastalık kadar yakın yüzlerindendir. Hastalık kategorisine girmekle beraber sosyal bir olgudur aslında. Deliliği kanser, böbrek yetmezliği veya görme bozukluğundan ayıran hastadan çok etrafını rahatsız etme durumudur. Delirmek bu kahrolası dünyada kafası çalışan herkesin er ya da geç önüne çıkar, yolunu keser, ve tamamiyle kendi tarafına çekmeye çalışır. Tamamiyle çekemezse durum daha da vahim olur. O zaman iki dünya arsında devamlı yolculuk yapan zavallı bir ruh gibi iki tarafı arasında sıkışır kalır zavallı insan.

Zavallı küçük insan, kendi içinden çıkardığı görece büyük insanlar tarafından deli ve deli olmayan olarak ikiye ayrılmayı öğrenir, üstelik bu delilikler de kendi içlerinde alt ve üst sınıflara ayrılabilir : daha çok deliler, daha az deliler, tolere edilebilir deliler, asla göz yumulamaz deliler. Bir de şanslı ve şanssız deliler vardır. Tahmin edilebeleceği üzere birinci grubu özelikle sanatçılar oluşturur, Dali veya Nietzche ne kadar normal ne kadar deliydiler tartışılır ama Dali ünlü bir sanatçı olmasa ve Bilbao' nun dar sokaklarında duvarlara bir şeyler çizse herhalde polis tarafından güzelce kovalınırdı (veya tutucu mahalle sakinleri tarafından). Aslında deliren birçok insan halinden memnundur, ne de olsa insanlık için küçük kişisel özgürlükleri için büyük bir adım atmışlardır. Ama büyük insanlar onları elbette yalnız bırakmayacaktır ve kutsal iyilik ve yüce erdemler adına tüm hayatlarını delilerine, deli olmalarına rağmen insanca yaşayabilmeleri için adarlar. Ve bu söylenen inanın bana doğru. Normal insanlar delileri dış dünyanın iğrenç saldırganlığından koruyabilmek için hayatlarını delilerle geçirmeye işte böyle razı olmuş yüce gönüllüler, ne yaptığını bilmezler ve çaresizlerdir.

Psikayatrist doktorlar ve onların asistanları ve onların öğrencileri; belki bilinçli olarak isteyerek belki de çoğu şeye hükmeden kaderin cilvesi olarak hayatlarını delileri incelemeye, deliliğin tarihini yazmaya, deliliği tedavi etmeye adarlar ve hayatları boyunca delileri sarıp sarmalayıp korumaya and içerler. Kimisi deliliğin tarihine yapacağı katkılardan ötürü ödüllendirilir, ismi tarih kitaplarına geçer; çoğu yıllar geçip arkasına baktığında dışarıdaki dünyaya yeniden kazandırdığı hastalarının sayılarının çok olması için elinden geleni yapar; kimisi hayatını adadığı deliliğin derin felsefesinde kendini kaybeder, deliliği doktor kimliği içinde eritir, içselleştirir ve bir çeşit yaratık olarak hayatına devam eder; kimisi her elektro şok verişinde gözyaşlarını kabullense de kabullenmese de akıtır içinde biryerlere ve damlalar içindeki ırmağa kavuştuğunda başına geleceklerin meraklı dehşetiyle yaşar.

Ve baş hemşireler ve onların genç yardımcıları taze hemşireler neden doğumhanede yeni doğmuş pırıl pırıl bir bebeğe bakmak varken delilerin akla durgunluk veren renkli ve saçma dünyalarında devamlı bir rüya ve kabus arasına sıkışmış hayatları gözetlemek durumunda kaldıklarını, biteviye tekrarlanan çığlıklardan, tırmalamalardan, dışkı kokularından ve daha nice garip olaydan nasıl olurda kurtulabileceklerini düşünürken ellerine geçirdikleri uyuşturucu yüklü iğneyi belki de bir tür hayvansı ve bir o kadar da insancıl şevkle delinin derisine batırırken akşama ne yemek pişireceği, çocuğunun sınavının nasıl geçtiği hatta komşusunun kocasının gerçekten karısını aldatıp aldatmadığı kafasına takılıverince, allahım benim ne günahım vardı diye sorgulamaz mı? Sorgular elbette: bazen delirerek, bazen isyan ederek, bazen tüm hoşgörüsünü kaybederek, hatta insanlıktan çıkarak, bazen de kendi hayatını yaşayamama adına höşgörüsüne sıkı sıkı tutunarak, bazen de kendi deliliğini başka hastalar üzerinden örtmeyi başararak hayatını devam ettirir....

Hastabakıcılar ise adeta katillerin, adi suçluların tutulduğu hapishanelerin bir o kadar toplum suçlusunu andıran gardiyanlarının neredeyse benzer güç kullanma yetkileriyle doğal olarak donatılmış kendi halinde aile babalarıdır. Onlar için önemli olan eve ekmek parası götürmek kadar temel bir gereksinimdir. Gerisi çok da önemli değildir.

Tüm bu insanlar yarı tanrıcılık oynayarak normal ve anormal tanımlarının üzerine kendilerince bir dünyayı inşa ederken; onları alkışlayan, paralarını ödeyen, saygısını esirgemeyen DIŞARIDAKİLER uzaktan kumanda ettikleri delileri kapattıkları yerde gidip görmeden hatta varlıklarını hastalıklı bir şekilde unutarak hatta yok sayarak yaşamaya devam ederler. Ölüm kadar gerçek, an kadar yakın, güzel bir kadın kadar çekici, şarap kadar baştan çıkarıcı ve tanrı kadar erişilmez delilik kapalı kapılar arkasında, tımarhanelerin karanlık odalarında, terapi odalarının loş ışığında, hipnozun derin uykusunda içten içe yanan kor ateş gibi varlığını devam ettirir: Herşeye rağmen sinsice ve pervasızca üstten bakarak, insanların dünyasına ve içlerinde barındırdıkları ve kendilerinin bile bilemedikleri herşeye.

Neden doktor oldum bilmiyorum. galiba pek elle tutulur bir nedenim yoktu ama ailem doktor olacağıma çok sevinmişti, ben de onlar sevindi diye sevinmiştim. sonra uzmanlık için psikiyatriyi isteyerek seçtim. belki o zamanlar da delireceğimi biliyordum, belki benim kontrolümün dışında da çalışabilen beynimin bana ufak bir oyunuydu, bile bile neredeyse kendi ayaklarımla taşıdım kendimi bu binaya. ilk zamanlar zordu, içeriyi ve dışarıyı ayrı tutmaya, iki hayat yaşayan iki ayrı insan olduğumu farzetmeye çalışıyordum. kendi içim ve dışımın ne kadar birbirinden uzak olduğunu da işte bu zamanlarda farkettim. aslında korumaya çalıştığım bir içim, ayrı tutmaya çalıştığım bir hayatım, herşeyden önemlisi dış diye bir şey yoktu. benim içim boştu, hayatım boştu, dışarısı ve içerisi aynı yerden çıkıp ayrı yollardan geçip aynı yere geliyorlardı. bir dönem direndim, nede olsa eğitimliydim. bir iki zavallı savunma mekanizması bile geliştirdim. o kadar zavallılardı ki kimsenin çözmesine gerek kalmadan kendi içlerinde çözülüverdiler. benim için artık iç ve dış kalmamıştı. elektro şok tedavisini ilk uyguladığım hastayı odasında ilk gördüğümde bana bakışlarındaki öfkeyi hiçbir savunma mekanizması hayatımdan uzak tutamazdı. sonumun, veya sonumun başlangıcının, hayır bu da olmadı: bu hayatımın sonunun ve yeni hayatımın başlangıcının artık çok yakınındaydım. ilk günler kurtar beni der gibi baktığını zannetiğim hastaların aslında hallerinden memnun olduklarını 'kurtar beni' anlamını bakışlarına benim yüklediğimi kabullenmek zor gelmedi. zaten hazırdım. delilik ana kucağı gibi sıcacık bir rahatlık vaadederek beni yanına çağırıyordu ve ben de ona doğru koşuyordum. işte hepsi bu. şimdi bu küçük bahçede hiçbir şey için kafamı yormak zorunda kalmadan sadece kuzey rüzgârlarını dinliyorum. hayatımda ilk defa sadece içimi yaşıyorum. kuzey rüzgârları içime tıpkı saçlarıma yaptığı gibi dilediğince yeni şekiller verirken ben sadece gülümseyerek mırıldanıyorum : ben kendini kuzey rüzgârı zanneden bir deliyim, ben mutluyum.

Pınar Türen

29 Ağustos 2021 Pazar

Homo sapiens Nedir?

Modern insanlar veya Homo sapiens, yaşayan tek Homo türüdür. Ancak bu gezegende her zaman yalnız değildik.

  Arjantin’de bulunan Eller Mağarası.


Homo sapiens, genellikle Homo sapiens sapiens olarak anılan, tüm yaşayan insanları içeren oldukça zeki bir primat türüdür. Homo cinsinde bir zamanlar birçok tür vardı, ancak modern insanların yanı sıra tüm türler ve alt türler artık nesli tükenmiş durumda. 1758’de İsveçli bilim insanı Carl Linnaeus, insanlara Homo sapiens adını veren ilk kişiydi. Encyclopedia Britannica’ya göre, “homo sapiens” terimi Latince’den türemişti ve “bilge adam” anlamına gelir.

Yaklaşık 6 milyon yıl önce, Afrika kıtasında insan atalarından bir tür, şempanze ve bonobo yaşıyordu. Duke Üniversitesi’nden evrimsel antropolog Herman Pontzer, Doğa Eğitimi Bilgi Projesi için yazdığı makalesinde açıkladığı gibi, o sıralarda bir grup kendini farklılaştırmaya ve diğerlerinden ayrılmaya başladı ve homininler oldu.

Avustralya Müzesi’ne göre, evrim ağacının bu hominin dalı, modern insanları, soyu tükenmiş insan türlerini ve Homo, Australopithecus, Paranthropus ve Ardipithecus cinslerinin üyeleri de dahil olmak üzere tüm atalarımızı içeriyor.

(İnsanların Nesli Tükenecek mi?)

Pontzer, “Homininleri diğer primatlardan ayıran, yaşayan ve nesli tükenmiş olan bazı özellikler, dik duruşları, iki ayaklı hareketleri, daha büyük beyinleri ve özel alet kullanımı ve bazı durumlarda dil yoluyla iletişim gibi davranışsal özelliklerdir.” diyor. Önemli olarak, bu özellikler, araştırmacıların Homo sapiens’i diğer tüm türlerden ayıran iki ana yol olan fiziksel ve davranışsal özelliklerin bir karışımı.

Homininler diğer büyük maymunlardan ayrıldıktan sonra, herhangi bir Homo türünün ortaya çıkmaya başlaması için hala birkaç milyon yıl geçmesi gerekiyordu. William H.Kimbel ve Brian Villmoare’in 2016 yılında Royal Society B dergisinde yayınladıkları bir makalede şunu yazdılar: “Homo soyunun en eski popülasyonları, yaklaşık 3 ila yaklaşık 2 milyon yıl önce bir noktada Afrika’da hala bilinmeyen bir ata türünden ortaya çıktı.”

Homo cinsinin kökenleri belirsizliğini koruyor. 2015 yılında Science dergisinde bildirilen şu ana kadar bulunan en eski Homo fosili, yaklaşık 2,8 milyon yıl öncesine ait olabilir, ancak bilim insanları hangi türe ait olduğundan emin değiller. Araştırmacılar tarafından Nature dergisindeki 2015 tarihli bir makalede incelenen bir sonraki en eski fosil, yaklaşık 2,3 milyon yıl önce yaşamış ve muhtemelen Homo habilis olan bir bireye aitti. Bu fosil ile ilişkili olarak bulunan taş aletler, bireyin onları nasıl kullanacağını bilmiş olabileceğini düşündürüyor.

İngiliz Doğa Tarihi Müzesi’nden insan evrimi uzmanı Chris Stringer’e göre, son 15 yılda bilinen Homo türlerinin sayısı dörtten dokuza, iki kattan fazla arttı. Bilim insanları, 2019’da Nature’da yayınlanan bir makalede en son eklenen Homo luzonensis‘i tanımladılar.

Stringer, “Etiyopya’dan yaklaşık 195.000 yıllık bir Homo sapiens fosili var ve modern insanların temel özelliklerine sahip.” diyor. “195.000 yıldan itibaren, makul bir şekilde Homo sapiens diyebileceğimiz fosiller buluyoruz.”

Ancak muhtemelen Homo sapiens’in daha da eski bir örneği var: Nature dergisindeki 2017 tarihli bir makalede anlatıldığı gibi, Fas’taki bir mağarada taş aletlerle birlikte bulunan fosilleşmiş kalıntılar, “modern” insanların 315.000 yıl kadar erken bir zamanda ortaya çıkmış olabileceğini gösteriyor.

İnsanlar ve yakın akrabalarımız arasında net bir çizgi yok ve araştırmacılar insan kalıntılarını diğerlerinden ayırmak için ya anatomiyi ya da davranışı kullanıyor. Anatomistler, Homo sapiens’in iskeletleriyle tanımlanabileceğini savunurken, bazı arkeologlar, davranışın modern insanları tanımlayan şey olduğunu söylüyor.

Science’ta yayınlanan 2015 tarihli bir incelemeye göre, bilim insanları Homo cinsini neyin oluşturduğuna dair kesin bir tanım üzerinde hemfikir değiller. Bununla birlikte, Journal of Quaternary Science’ta yayınlanan 2019 tarihli bir incelemede açıklandığı gibi çoğu Homo türünün “uzun, düşük kafatası ve güçlü kaş kemeri” olduğu söyleniyor. Bununla birlikte, Homo sapiens’in kendine özgü “modern” fiziksel özellikleri vardı: Homo cinsindeki diğer türlere kıyasla büyük, yuvarlak bir kafatası, kaş çıkıntısının olmaması, çene (bebeklik döneminde bile) ve dar bir pelvis.

Ancak Stringer, erken dönem Homo sapiens’in modern Homo sapiens ile aynı özelliklere sahip olmayabileceğini söylüyor. “İnsanlar her şeyi sınıflandırmayı ve basit tutmayı sever, ancak doğa bizim tanımlarımızı tanımaz.”

Bazı bilim insanları, davranışın Homo sapiens’i diğer Homo türlerinden ve bu konuda dünyadaki diğer tüm türlerden ayıran şey olduğuna inanıyor. “İnsan” olarak kategorize edilen bir dizi davranış var. Current Anthropology dergisinde yayınlanan 2003 tarihli bir incelemede, araştırmacılar, tarihsel olarak Homo sapiens’i tanımlamak için kullanılmış olan özellikleri sıraladılar.

Bunlar, ölülerin gömülmesi, ritüel sanatı, süslemeler, işlenmiş kemik ve boynuz malzemesi, bıçak teknolojisi ve balıkçılık gibi davranışların kanıtlarını içeriyordu. Bununla birlikte, bu incelemenin yazarları, bu davranışların çoğunun Avrupa merkezli olduğuna ve dünyanın diğer bölgelerinde bulunan Homo sapiens için geçerli olmayabileceğine de dikkat çekiyor.

Norveç’teki Bergen Üniversitesi SapienCE proje yöneticisi Silje Bentsen ‘a verdiği demeçte, “Mevcut arkeolojik yaklaşım, becerilerin yanı sıra davranışsal sonuçlara bakmaktır.” Grubun web sitesine göre, Erken Sapiens Davranış Merkezi anlamına gelen SapienCE, “Homo sapiens’in nasıl ve ne zaman bugün kim olduğumuza dönüştüğü konusundaki anlayışımızı artırmayı” hedefliyor.

Bentsen, “Modern bir insana ne isim verileceği konusunda uzun bir tartışma var ve tartışma hala devam ediyor.” diyor. Arkeologlar, bir özellikler listesi yerine, bilişle ilgili belirli özelliklerin neyi ima ettiğine bakıyorlar. Örneğin, mevsimleri veya hayvan göçlerini tasvir eden gravürler veya semboller, ilk insanların bu kavramları anlayacak kadar zeki olduğunu gösteriyor. Bentsen, “Planlama ve gelişmiş bilişi gösterir. Bu karmaşık bir davranış paketi.” diyor.

Bununla birlikte, modern insanları ayırt etmenin davranışsal yöntemi, Neandertaller gibi diğer Homo türlerinin de benzer yetenekler sergilediğinin gösterildiğine dair kanıtlar nedeniyle karmaşık. Bu tıknaz mağara sakinleri aletler kullandılar, ölülerini gömdüler ve ateşi kontrol altına aldılar. Bunlar bir zamanlar açıkça modern insanlara atfedilen faaliyetlerdi. Aslında, Stringer, türleri ayırt etmenin bir yolu olarak davranışı reddediyor. “Davranış, bir türü tanımlamanın geçerli bir yolu değildir. Davranış, anatomiden çok daha kolay paylaşılır.” diyor.

Encyclopedia Britannica’ya göre, türlerin bir tanımı: “Diğer gruplarla üreyemeyen, kendi içinde üreyebilen doğal popülasyon grupları”dır. Bununla birlikte, son araştırmalar Neandertaller, Homo sapiens ve Homo denisovalılar (Rusya’daki Denisova Mağarasında keşfedilen bir hominin türü) arasındaki melezleşmenin kanıtlarını tanımladığından, bu tanım Homo türleri için geçerli olmayabilir. Örneğin, Nature dergisinde yayınlanan 2018 tarihli bir makale, Neandertaller ve Homo sapiens arasındaki çok sayıda melezleşme olayının kanıtlarını bildirdi. Yine Nature’da yayınlanan bir başka 2018 makalesi, hem Neandertal hem de Denisovalı DNA’sına sahip olan eski bir insan melezinin kanıtlarını açıkladı.

Stringer, bu, bazı bilim insanlarının bizimki de dahil olmak üzere birçok Homo türünün bir araya toplanması gerektiğini tartışmasına yol açtığını söylüyoi. Bu paradigmada, modern insanlar Homo sapiens sapiens iken, Neandertaller Homo sapiens neanderthalensis ve Denisovalılar ise Homo sapiens denisovalılardır.

Ancak Stringer, insanların ve Neandertallerin ayrı türler olduğunu çünkü kemik yapılarının farklı olduğunu savunuyor. Londra’daki The Natural History Museum için yazdığı bir makalede “Neandertaller ve Homo sapiens böylesine belirgin farklı kafatası şekillerini, pelvisleri ve kulak kemiklerini evrimleştirecek kadar uzun süre ayrı kalmışlarsa, farklı türler olarak kabul edilebilirler, melezleşebilsinler ya da melezleşemesinler.”

arkeofili.com