Translate

16 Temmuz 2020 Perşembe

Ayasofya: Yas, Nostalji ve Beyhude Beklentiler

Doğancan Özsel:
Yaşamın hızına yetişemediğini fark edip en güzel günlerinin geride kaldığına artık tümden ikna olan birinin, teselliyi nostalji denizinde boğulmakta bulmasına benziyor Ayasofya kararı. Zamandan öylesine kopuk, güncel ihtiyaçlara öylesine sağır… Bunun içerisinde bulunduğumuz yüzyıla ait bir gündem olmadığının itirafı TBMM Başkanı Mustafa Şentop’tan geldi. “Ayasofya bizim kuşağımızın, bizden önceki birçok kuşağın ideallerinde cami olarak açılması gereken bir yapı olarak her zaman yer almıştı,” diyen Şentop, bu adımı “bir hedef, bir hayal, bir rüya” olarak niteledi.


Hakikaten, gençliği İslâmcılık çizgisinde geçmiş ve en genci ellili yaşlarında olan bir neslin hayali gerçek oldu. Ancak bu kuşak, bugüne ayak uydurmakta zorlanan bir kuşak. Bugünün dilini konuşabilmek için giriştiği her çaba sakil duran bir kuşak. Erdoğan’ın Youtube üzerinden düzenlediği gençlik buluşmasını bir düşünün. Karşısında gençler vardı ama Erdoğan’ın yanıtları da, düzenlenen etkinliğin formatı da köhnemişti.
Ayasofya’nın yeniden cami olduğunu duyunca içten bir coşkuya kapılanlar büyük oranda işte bu kuşağın insanları. Onlar yalnızca bugüne değil, kendilerine atfettikleri İslâmcı kimliğe de yabancılaşmış durumdalar. İktidarın nimetlerini tattıkça, zenginleşip kent yaşamının merkezine oturdukça artan dünyevi meyillerini ve çocuklarında gözledikleri seküler eğilimleri şaşkınlık ve korkuyla izliyorlar. Bir zamanlar yaşamlarını ve siyasi başarılarını üzerine kurdukları dindar-laik ve Doğucu-Batıcı gibi dikotomiler değişmez birer koordinat ekseni olmaktan günbegün çıkarken, onlar da bir kimlik krizinin pençesine düşüyor. Bu İslâmcı kadrolar için muktedir olmanın tatmini kimliksizleşme tehlikesini bertaraf edemiyor, siyasi geleceksizlik buhranlarına bir çözüm olamıyor.
Ayasofya kararı işte bu buhran içerisinde kendini nostalji denizine bırakmanın, bir rüyaya dalarak gençliğin coşkusunu yeniden tatmaya çalışmanın bir yolu. 2030’ların Türkiye’sinde çoğunluğu oluşturacak olan insanlarla anlamlı bir ilişki kurmaktan aciz olduklarını fark edenler, birkaç günlüğüne de olsa yeniden bir önceki yüzyılın siyasi kodlarını yeşerten hoş bir seda ile ruhlarını dinlendiriyorlar. Gerçi sanmayın ki Ayasofya’nın ibadete açılması meselesi ilk ortaya atıldığında bugünkünden daha az afaki bir gündem maddesiydi. NATO şemsiyesi altında gelişen anti-komünist İslâmcılığın kimlik kurma sürecinin bir sembolizmi olarak bu talep, Cumhuriyet’le girilen rövanşist ilişkinin bir ifadesinden ibaretti. O zamanlar da tıpkı bugünkü gibi yaşamın somut taleplerinden kopuk bir hülya olduğu için, hiçbir zaman büyük bir kitlesel talep haline gelemedi ve 1980’den sonra da çok küçük bir klik dışında hemen tümüyle unutuldu. Ta ki yitirdikleri kimliklerinin yasını tutma ihtiyacına kapılan Erdoğan ve akranı İslâmcılar, bu eski sembolizme daha sıkı sarılmaya karar verinceye değin.
“Modern nostalji,” diyor Svetlana Boym, “mitik geri dönüşün olanaksızlığı için, açık sınırları ve değerleri olan büyülü bir dünyanın yitirilmesi için tutulan yastır”. Sembolizmi çok güçlü olan bu nostaljik hamle de aslında bir kuşağın yas tutma biçimi. Sınırları belirsizleşmiş, değerleri çoğullaşmış bir dünyayla yapıcı bir ilişki tesis edemeyenler, gençlik yıllarında kendileri için kurdukları sınırları net ve değerleri keskin dünyanın yasını tutuyorlar. Onlar yeni neslin sosyal medyaları ile kavgalı, Netflix’e sinirliler. Bugünün dünyasına dair vizyonları, internete kimlik numarası ile girilmesini önermeye yetiyor ancak. İşin kötü yanı, bu yeni dünyaya yetişemiyor olduklarının farkındalar. Haftalık din derslerinin sayısını arttırdıkça dinden uzaklaşan genç nesiller yetiştirdiklerini görüyorlar. Z kuşağı ile nasıl bir ilişki kuracağız diye yana yakıla çözüm arıyor, özel raporlar hazırlatıyor, gençlerle sık sık bir araya gelmeye çabalıyorlar.
Aslına bakarsanız bu yazı alınan kararının içeriğine yönelik bir itiraz değil. Kararın kendisi yazının konusu dahi değil. Burada yapmaya çalıştığım tek şey, bu Ayasofya adımının, daha genel bir iktidar yitiminin semptomu olarak okunabileceğini göstermeye çalışmak. İktidar penceresinden elbette ki Ayasofya’nın ibadete açılması semptomdan çok bir tedavi yöntemi gibi görünüyor. Erdoğan ve çevresi buradan bir popülarite dalgası devşirmeyi umuyor. Hatta belki “one minute!” benzeri bir rüzgâr yaratarak, bütün Avrupa’yı karşısına alan cesur ve mağrur Erdoğan imajını yeniden yaygınlaştırabileceklerini düşünüyorlar. Halbuki bu karardan anlamlı ve kalıcı bir popülarite artışının çıkabilmesi mümkün değil. Sosyoekonomik olarak çok daha parlak bir dönemde değil de en buhranlı zamanlardan birisinde alınan bu karar, Ayasofya rüyasının yaşamın gerçekleri ve insanların somut ihtiyaçları karşısındaki görece önemsizliğini ifşa etmekten başka bir işe yaramayacak. Nitekim Metropoll Araştırma’nın konu hakkındaki çalışması da halkın %55’inin bu konuyu bir gündem değiştirme hamlesi veya seçim taktiği olarak gördüğünü gösteriyor. Güncel sorunlar bu kadar ağır iken, Ayasofya’dan medet ummak beyhude bir bekleyiş. Şöyle düşünün: Bursa’da tıbbi cihaza bağlı olarak yaşayan bir KOAH hastasının, evinin elektriği kesildiği için 9 Temmuz’da hayatını kaybettiği haberi düştü sosyal medyaya. Ertesi gün de hükümet Ayasofya’yı yeniden ibadete açtı. Sizce yarın Bursa’daki o sokağın insanları bu iki konudan hangisini konuşuyor olacaklar? Bir ay sonra bu iki sorundan hangisini daha fazla hatırlayacaklar?
Yazıyı bitirirken son bir noktanın altını çizeyim. Ayasofya’nın açılması talebi hükümetin elindeki bir kart olarak siyasi bir değer ifade ediyordu belki. Ancak bu tip siyasi kozların sorunu, bir kez oynandıklarında artık onlardan ek bir fayda elde etmenin mümkün olmamasıdır. Tıpkı başörtüsü diye bir sorunun artık ortada olmamasının AKP bakımından bir siyasi argüman kaybı anlamına gelmesi gibi. Dün de Erdoğan İslâmcılık adına son kozlarından birisini oynadı. Gerçi bunun 2020 yılında hâlâ bir koz olarak görülebilmiş olması dahi insanı gülümsetiyor. Belli ki iktidar köhnüyor, diyecekleri tükeniyor. Şimdi rüzgâr yaşamı savunanların, zamanını geçmişle hesaplaşmak yerine yarını konuşmaya harcayanların yelkenlerini dolduruyor. Anlaşılan o ki, güzel günler göreceğiz…

9 Temmuz 2020 Perşembe

İran’da İktidar Destekli Paralel Baro; Avukatlığı Nasıl Yıktı?


İran’da Avukatlar Barosu ülkede kurulan ilk sivil toplum kuruluşu sayılıyor. 27 Şubat 1953 tarihinde, İran’ın onurlu ve demokrasi açısından parlak tarafını temsil eden hükümetin başbakanı Dr. Muhammed Musaddık’ın kanun hükmünde kararnamesi ile resmiyet kazanan avukatlık kanunu ve kurulan baro, 1979 devriminden önce hem mesleki açıdan hem de insan haklarını koruma faaliyetleri açısından dünyada çok tanınmış ve itibarlı bir yere erişti.

1970’li yıllarda İran merkez barosu ve Paris, Cenevre, Londra gibi barolar arasında gerçekleşen işbirlikleri ve anlaşmalar, ulaşılan o görkemli noktanın sadece bir simgesiydi.

Mesela 1970’li yıllarda yapılan anlaşmaya göre İran merkez barosuna kayıtlı bir avukat çok kolay bir şekilde Paris barosunada kayıtlanabiliyordu ve hatta Fransa’da mahkemelere müdahil olabiliyordu.

Ne var ki, 1979 İslamcı devrim ve özellikle 1980-1981 de modern, cumhuriyetçi ve Liberal güçlerin devrimden tamamen tasfiyesi sonrasında, avukatlar barosu tek parça ve homojen İslamcı hegemonya için bir hedef haline gelmiş oldu. İslamcılar bir taraftan İran’ın modern ceza kanununu İslamileştirmekle yetinmeyip Usül-i mühakimat (ceza usül kanunu) kanununu da değiştirmek çabasına girmiş oldular. Zira İslamcı fıkıh merkezli bakış açısında usül zaten Batı hukuğu kriterleri üzerine kurulmuş yapı olarak görünüyordu. Usül’e karşı olan fıkhi düşüncenin en azından radikal versiyonu, avukatlık mesleğinin de bilcümle kaldırılmasını istiyordu.

Neden? Kuran-i Kerim de avukatlık diye bir şey olmadığı için ve peygamber efendimizin sünnetinde de şahsın kendi kendini savunmak zorunda olmasına istinaden. Böylece baro ve avukatlık mesleği 1980’lerin başında çok zor günler geçirdi. Nihayet avukatlar, avukatlığın dinde yerinin olmasına dair fetvalar alarak kendi mesleklerini korumayı başarmış oldular ama İslamcı iktidar her zaman avukatları seküler, Batıcı ve din karşıtı olmakla suçladı ve her zaman onlardan şüphe duydu. Hatta defalarca onların iç mekanizmalarına tevessül ederek baroları kendi kontrolüne almak üzere çaba sarfetti ama başaramadı. Nihayet çareyi baroların bölünmesi ve paralelleştirmesinde buldu!

7 Ocak 2001 tarihinde meclisten geçen üçüncü kalkınma yasasının 187inci maddesinde yeni bir baro kuruluşu öngörüldü ve böylece iktidar destekli avukat-iktidar karşıtı avukat ikiliği fiilen öne çıkmış oldu. Yasaya göre yargı kuvvetine bağlı “Merkez-i milli-i müşavirin”, yani “hukuki danışmanlar ve uzmanlar merkezi” kuruluyordu ve hukuki müşavirlere mahkemelerde aynen baro avukatları gibi her türlü avukatlık hakkı tanınıyordu. Bundan sonrasını hayal etmek çok kolaydı:

Avukatlık meslek olarak iktidar yanlısı avukatlar ve iktidar karşıtı avukatlar olarak ikiye bölündü ama müvekkil için davayı kazanmak önem taşıyordu. Dolayisiyla iktidar yanlısı olan ve kalkınma yasasının 187. maddesi üzerine kuruldukları için “187 madde avukatları” adıyla tanınan avukatlar hem mahkemelerde hem de müvekkiller nezdinde öncelik bulmuş oldu. Öyle ki, baronun çok kıdemli ve eski avukatları bile barodan istifa etmek ve müşavirler merkezine geçmek zorunda kaldılar.Böylece “iktidar karşıtı” sıfatı verilen avukatlar fiilen işsizlik ve ekonomik sıkıntılara sürüklenmiş oldu.

İslamcı rejim- seküler hukukçu ve avukat meselesi İranda henüz sona ermiş değil ama bu baskılar altında baro ve serbest ve bağımsız avukatlık mesleği de yıkılmak üzeredir. Bu hikayeden ders almak icap eder.


Peyman Aref
Gazeteci ve İnsan Hakları Savunucusu

https://daktilo1984.com/